Arşivler dile gelse…

Dünkü ana yazının konu başlığı “Örtülü tarihimiz”di. Bugün ise, Habertürk’ün manşet haberinde yer alan “Said–i Nursi’nin Atatürk’e yazdığı mektup” ibaresini görünce, konu başlığı olarak ilk anda “Özürlü tarihimiz” diye yazmayı düşündüm, sonra da bundan vazgeçtim.

Haberde, söz konusu mektubun 23 Kasım 1922’de M. Kemal’e hitaben yazıldığı, Cumhurbaşkanlığı arşivinde bulunduğu ve üzerinde ayrıca “Çok mühim bir mektup” notu düşülerek saklandığı ifade ediliyor. Şimdi gelin de, resmî tarihimizin nesillere dikte ettirdiği doğru ve yanlışları hakkında şüpheye düşmeyin…

Daha düne kadar, koca koca tarihçiler bile, Said Nursî ile M. Kemal’in Ankara’da birebir görüştüklerine, yahut karşılaştıklarına dair bir bilgiye sahip olmadıklarını söylüyorlardı.
Bu belge hadisesinden sonra ise, evvelâ “Hiç görüşmediler, hiç karşılaşmadılar…” yollu teraneler de bitmiş olacak.
Geriye kalıyor, söz konusu belgenin uzmanlar tarafından incelenmesi ve daha başka belgelere dair bir arşiv taramasının yapılması.
Ne var ki, bu iş öyle kolay olacak gibi görünmüyor. Zira, bu ülkede cidden bir “özürlü tarih” anlayışı hükmünü halen de devam ettiriyor.
Şayet öyle olmasaydı, Said Nursî hakkında 88 yıldır suskunluk içinde duran Çankaya’nın özel arşivinden bugün değil, çok zaman evvel ses gelmesi gerekirdi.
Çünkü, Said Nursî, yüz yıldan fazla bir zamandır ülkenin gündeminde.
Aynı şekilde, 1920’den bu yana Ankara merkezli yeni devletin/hükûmetin nazar–ı dikkatini celp eden bir şahsiyet.
Son otuz beş yıllık ömrünün tamamı hapislerde, sürgünlerde, mahkemelerde geçti. O halde, bunca zaman zarfında, resmî dairelerden onun hakkında neden hiç ses çıkmadı?

Çelik kasalarda, kilitli arşivlerde, kozmik odalarda, Said Nursî ile ilgili niçin herhangi bir belgeden–bilgiden söz edilmedi.
Dünya çapındaki tarihçi ve araştırmacılarımız, bu konuda niçin bilgilendirilmedi?
Siz, millet ve memleket meselelerinde Allah’ın her günü ahkâm kesen entellerimiz arasında Said Nursî hakkında “konu cahili” olmayan kaç kişinin ismini verebilirsiniz?
Ayıp değil mi, yazık değil mi bu durum? Kim iftihar edebilir, içinde bulunduğumuz bu tabloyla?
Gelelim, söz konusu belge hakkındaki ilk değerlendirmelere…
Bu belgenin, Said Nursî tarafından M. Kemal’e hitaben yazılmış bir mektup olduğu iddia ediliyor.
Başlık kısmı hariç tutulduğunda, mektubun muhtevası hakkında zaten bir umumî kabul vardır. Buna itiraz eden yok.
Çünkü, 10 maddelik bu mektup, “Beyannâme” adı altında, müstakilen hem 19 Ocak 1923’te Tan Matbaasında basılmış, hem de aynı günlerde Yenigün Matbaasında basılan Hubab (Tabiat) Risâlesine derc edilmiştir.
Geriye kalıyor, M. Kemal’in şahsı ile ilgili başlıktaki ifadeler…
Bunun da, ne derece doğru olduğu, ancak belgenin aslına bakılması ve dikkatle incelenmesi neticesinde anlaşılır.
Yakın zamanda, yine Habertürk’ten Murat Bardakçı’nın 1935’teki Said Nursî’nin Eskişehir Mahkemesi tutanakları diye yayınladığı belgenin, gerçeği olduğu gibi yansıtmadığını tesbit ettik. (Yeni Asya, 1–2 Eylül 2009)
Keza, “Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi” antetli “Abdoşun mirası” dâvâsına dair bir Osmanlıca belgenin de sahte olduğu, gerçeği yansıtmadığı iddia edildi.

Demek ki, belgeler üzerinde oynamak, bunları tahrif etmek mümkün olduğu gibi, aynı konuyla ilgili farklı yerde, farklı zamanda düzenlenmiş belgeler de olabilir.
Dolayısıyla, toptan red veya kabul yönüne gitmeden, evvelâ belge üzerinde ciddî, esaslı bir incelemede bulunmak, ondan sonra gerekli yorum ve değerlendirme cihetine gitmek, çok daha uygun olur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*