Asıl dava konusu

Risale-i Nur davasının görüldüğü ilk mahkeme 1935’te Eskişehir’de yapıldı. Sekiz celse devam eden mahkeme, bilindiği gibi kimlik tesbitinden başladı. O esnada Bediüzzaman Said Nursî’ye soruldu “Ne iş yaparsın?” diye…

Talebeleri ve görgü şahitlerinin şehadetiyle, Hz. Bediüzzaman, işaret parmağını ileri doğru uzatarak şu cevabı verir: “İmana hizmet.”

Evet, işte asıl dava konusu budur. Başkası ne tarafa çekerse çeksin, ne tür yalan ve entrika ile zihinleri bulandırmaya çalışırsa çalışsın, Said Nursî ve talebelerinin ana dava konusu bu olmuştur: İman davası…

O tarihten tâ 1985’lere kadar elli sene müddetle devam eden iki bini aşkın mahkemelerde görülen dava, yine “iman ve ahlâk” meselesi olmuştur: Kendi imanını kurtardıktan sonra, başkasının imanına kuvvet verecek şekilde çalışmak, imana muhtaç kimselerin eline Nur Risalelerini vermek ve bilhassa “nesl-i âtî”nin tehlikede olan iman ve ahlâkını kurtarma hizmetinde bulunmak, Bediüzzaman ve talebeleri için hayatlarının en büyük gayesi, hedefi, maksadı olmuştur.

Hakikî Kur’ân şakirtleri için bu asıl hedef ve temel gaye, dünden bugüne hiç değişmedi. Bundan sonra da değişmez inşaallah.

1935-36 Eskişehir Mahkemesinde olduğu gibi, 1943-44 Denizli Mahkesi, 1948-49 Afyon Mahkemesi ve 1952’de İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi mahkemesinde de, Hz. Bediüzzaman ve talebelerinin nazarında ana dava konusu yine şaşmamıştır: İmana hizmet davası, nesillerin iman ve ahlâkını kurtarma meselesi.

Yok tarikattır, yok gizli cemiyettir, yok emniyeti ihlâldır, yok siyasî gayedir diye, türlü iddia ve isnadlarda bulunuldu ise de, hiç birinde tutturamamışlardır. O meselelerle ilgili hiçbir delil bulamamışlardır. O isnadların tamamı boşa çıkarılmış, o iddiaların tamamı suya düşürülmüştür.

Geriye bir tek “iman ve ahlâk davası” kalmıştır.

Zira, asıl mesele budur; temel ihtiyaç da bunadır. Geri kalan bütün meseleler tâlî derecede olup, çoğu kez tuzak veya bahane olarak ileri sürülmüştür. Ne var ki, muarızların bütün çabası suya düşmüş, “hebâenmensura” gitmiştir.

Konferans Risalesi’nde, meselemize ışık tutup aydınlatan harikulâde bir izahat var. O kısmı aynen iktibas ile mütalaa edelim. İzahat şöyledir:

En mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır.

Her şeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hatta mecburiyet hâline gelmiştir.

Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi; umum İslâm dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir faide temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir faide verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir;   kökü esasat-ı imaniyedir.1

Evet, asıl davanın nesillerin imanın kurtarmak ve asıl meselenin bilhassa gençlerde hâsıl olan ahlâkî tahribatı tamire çalışmak olduğuna dair Risale-i Nur’da son derece mühim ve dikkat çekici bahisler var.

Bu seri yazının devamında o bahislere de mümkün mertebe temas ederek, her taraftan bulandırılmaya çalışılan “asıl dava konusu”nu zihinlerde canlı tutmaya çalışalım inşallah.

Allah, cümlemizi iman ve hidayet dairesi içinde muhafaza ve istihdam eylesin.

Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur’un ve Nur Talebelerinin asıl davası, hiç şüphe yok ki “imana hizmet davası”dır. Bu ehemmiyetli nokta, hem tarihin tescilinde, hem adliyelerin temyiz kararında, hem de yaşanan sayısız tecrübelerin şehadetiyle sabittir.
Esasen, bu ana davanın dışına çıkanlar, aynı zamanda Nur dairesinin de dışına çıkmış olurlar. Zira, bu daire içinde başkaca herhangi bir dava asıl gaye ve maksat olmaz, olamaz.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1950’li yıllarda yazdığı ve “Elli sene sonra” gelecek nesl-i âtînin tehlikede olan iman ve ahlâkını kurtarma hizmetini hedef alan pek ehemmiyetli bir “hasbihal”i var.

Bilhassa “Adliye Vekili ve Risale-i Nur ile alâkadar mahkemelerin hâkimleri”ne hitaben kaleme alınmış olan bu hasbihalde, hamiyet ve merhamet sahibi insanların yüreğini sızlatıp harekete geçiren pek dokunaklı mesajlar var.

İşte, “nesl-i âtînin biçareler kısmını” mutlak dalâletten kurtarmak niyet gayretiyle, söz konusu hasbihale şu sözlerle başlıyor, Said Nursî:

“Efendiler!

“Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz? Kat’iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü,     Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar.”2

İstikbaldeki iman hizmetine matuf olarak yazılan bu hayatî hasbihalin kısacık bir tahlilini yapmadan geçmeyelim.

Bediüzzaman Hazretleri, bu mektubunda kısaca diyor ki:

Ey bizimle uğraşan, adliye ve emniyeti bizimle uğraştıran efendiler!

Şunu kat’iyyen biliniz ki, bizi sizinle uğraşmıyoruz. Hatta, sizinle uğraşmayı düşünmüyoruz bile. Bizim için en mühim mesele, bu milletin iman ve ahlâk cephe

sine hizmet etmektir. Bilhassa, istikbâlde öyle bir nesil gelecek ki, şayet tedbir alınmazsa ve ellerine Risâle-i Nur gibi imanî-ahlâkî eserler verilmezse, yüzde doksanı manen ve ahlaken ciddî bir risk ve tehdit altına girmiş olacak.

Evet, öyle bir nesil ki, tarihteki bütün iftihar tablolarını lekedar edecek, belki bütün mukaddesatını yıkıp mahvedecek bir dünya görüşüne, bir hayat tarzına sahip olacak. Bu ise, ehl-i hamiyete kan ağlattıracak bir vehamettir.

Yazdıklarımızın mübalağa zannedilmemesi için, hasbihalin orijinalinden bir-iki cümle daha iktibas etmekte fayda var. İfade aynen şöyledir: “Elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan katiyen menettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirtlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş.”

Evet, tâ 1950’de yazılan bu mektuptaki ifadelerden açıkça anlaşılıyor ki, Üstad Bediüzzaman, o zamandan 2000’li yıllardaki gençliğin durumunu dert edinerek ciddiyetle tedbir alınmasını tavsiye etmiş.

Bugün adına “Z kuşağı” da denilen 2000’li yılların gençliği, hakikaten ciddî manada imansızlık ve ahlâksızlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Şayet, ellerinde Risale-i Nur gibi kuvvetli iman dersini veren eserler yoksa, tehlike ihtimali ne yazık ki yüzde doksanlara kadar çıkabiliyor. Deistlerin, ateistlerin, her türlü mel’anete bulaşma riski altındaki nesl-i âtînin varlığı, yarım asır evvelki ikazların ne kadar yerinde olduğunu gözlere gösteriyor. Dua ve temenni edelim ki, tedbir için daha fazla gecikme olmasın. Aksi halde, 1940’larda olduğu gibi, kırk kişiden ancak birkaç kişi imanını kurtarabilir bir duruma düşme tehlikesi söz konusu olur. Böyle bir vebali ise kimse kaldıramaz. O hâlde, iman ve ahlâk hizmeti için seferberlik ilân edilse yeridir denilebilir.

Dünyaya ve siyasete tapınırcasına bağlananlar, başkasını da kendileri gibi zannederler. Oysa, onlar aldanmışlar ve aldanıyorlar. Dahası, hem ardniyet, hem sûizan sahibidirler.
İşte aynı o dünyaperestler, vaktiyle Bediüzzaman Said Nursî’yi de kendileri gibi siyaset cereyanında zannetmişler. Zannetmekle kalmamış, onu açıkça itham etmişler. “Sen gizli teşkilât kurmuşsun ve siyasî bir gaye peşindesin” demişler.

Bu bakış açısıyla hareket ederek, dünya hayatını ona adeta zindan ettiler. Sürgünler, hapisler, zindanlar, hatta zehirlemelerle de yetinmeyip, her türlü propagandalarla şahsiyetini karalamaya ve kendince onu çürütmeye çalıştılar. Öyle ki, onu mezarında dahi rahat bırakmadılar. Artık bunun ötesi yoktur ve olamaz.

Aleyhindeki bütün zulüm, eziyet ve kara propagandalara rağmen, Said Nursî, yolunu ve inandığı hizmet metodunu hiç değiştirmedi. Reaksiyoner davranmamakla beraber, tarihe not düşmek için muarızların ithamlarına cevap vermekten de çekinmedi.

İşte, düşmanlarının onu “siyaset cereyanlarında” olmakla itham etmesine mukabil, onlara vermiş olduğu susturucu cevaplardan biri:

“Görüyorum ki, hodfuruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanları ile alâkadarım… Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”3

Üstad Bediüzzaman 1952’de Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul’a geldiğinde, Sebilürreşad mecmuasının sahibi ve eski dostu olan Eşref Edip kendisiyle görüşerek bir röportaj yaptı. O röportaj, bilâhare Tarihçe-i Hayat isimli eserin Tahliller bölümünde iktibasen yayınlandı.

Röportajın takdiminde, Eşref Edib’in Hz. Bediüzzaman ile ilgili sözlerinin bir kısmı şöyledir:

“İslâm’ın gayetü’l-gayesi olan “tevhid” ve    “Allah’a iman” esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir.”

“Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eder.”

Takdimden sonra Hz. Üstad’ın bazı sözlerini ve sorulara vermiş olduğu cevapları naklediyor. Konumuzla ilgili can alıcı bazı sözleri şunlardır:

“…Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir.

“İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa, şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa.”

“Ben, yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”4

Demek, Üstad Bediüzzaman en öncelikli mesaisi, en mühim meselesi, en büyük derdi “iman davası” ve “iman kalesinin istikbali”nin selâmette olmasıdır.

Hz. Bediüzzaman gibi, sadık talebelerinin de  en mühim ve en öncelikleri meselesi, kendi şahısları değil, gönül verdikleri “dava meselesi” olmuştur.

Av. Bekir Berk’in birçok yerde yayınlanan hatırasının özeti şudur: Kendisi, Isparta milletvekili Dr. Tahsin Tola’nın isteği üzerine 1958’de Ankara Ulucanlar Cezaevinde yatan Nur Talebelerinin davasını üstlenir. Ankara’ya gidip Tahirî, Zübeyir, Sungur, Bayram, Türkmenoğlu vd. ile görüşür. Onlara şunu sorar: Sizi mi savunayım, yoksa davanızı mı savunayım?

Maznunlar hep bir ağızdan “Bekir Bey, hapishanede yatmaya  razıyız; yeter ki, siz Risale-i Nur’un hedef-i maksadı olan iman davasını savunun. O bize kâfi” dediler.

Bu hadise, bilâhare “Nur Talebelerinin Ankara Davası” ismiyle kitap olarak da yayınlandı.5

Dipnotlar:

 

Dipnot:

1- Sözler, Konferans.
2- Emirdağ Lâhikası-I, s. 20.
3-Mektubat, On Altıncı Mektup;
4-Sebilürreşad, Sayı 120, 1952, İstanbul;
5- Age., Ayyıldız Matbaası, 1958, Ankara.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*