Asıl mesele: İnandığını yaşamak (2)

Ebeveyn, anlatarak ve bilhassa yaşayarak örnek olmaya çalışmalı

Anne–babalar, çocuklarının nazarında en tesirli el kitabı gibidir. İstisnalar hariç, ekseriyetle kızlar annelerini, erkek çocuklar ise babalarını örnek alırlar.
Çocukluktan gençliğe adım attıklarında ise, ayrışma, farklılaşma, hatta yer yer zıtlaşma emâreleri görünmeye başlıyor.

 

Bu farklılaşma, çoğu anne ve babayı tedirgin ve huzursuz ediyor. Zira, on beş yaşına kadar gözü gibi baktıkları, elbebek–gülbebek büyüttükleri evlâtlarının elden gittiği, kontrolden çıktığı hissine kapılıyorlar.
Ne var ki, gençlik devresinde yaşanan bu farklılaşma, hakikat noktasında her zaman kötü, fenâ, zararlı değildir.
Çünkü, bazı ebeveynler, çocuklarına bilmeyerek de olsa yanlış eğitim veriyorlar. Yahut, çocuklara hangi yaşta hangi eğitimin verilmesi, kademeli olarak hangi tür bir muamelede bulunulması gerektiğini bilemiyorlar.
Bilemedikleri için de, çoğu zaman aksî tesir yapacak bazı söz ve davranışlarda bulunuyorlar.
Bu durumda, o çocuk, ya içine kapanık sorunlu bir ruh hali içinde büyüyor, ya da bir türlü dizginlenemeyen haylazın teki olup çıkıyor.
Böylesine dengesiz yaklaşımlarla büyütülen bir çocuk, bülûğ çağı denilen on beş yaş sınırını geçtiğinde, ebeveynine cehennem azabı yaşatacak davranışları sergilemeye başlıyor.
Eğitimsizlik, ya da yanlış bir eğitim anlayışıyla on beş yaşına kadar büyütülen bir çocuğun, o saatten sonra ıslâhı veya düzgün bir mecrâya sokulması hayli zor ve müşkil bir hadisedir.
Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde, terbiye–i İslâmiye ile yetiştirilmeyen bir çocuğu on beş yaşından sonra ıslâh etmeye çalışmanın, adeta gayr–ı müslim birini Müslüman etmek kadar zor olduğunu nazara veriyor.
24. Lem’a’da yer alan “Hanımlarla Muhavere” mânâsındaki mektupta ise, bilhassa validelerin evlât yetiştirmede çok dikkatli ve hassas davranmaları, şefkatlerini yanlış istikamette kullanmamaları hususunda ciddî uyarılarda bulunan Bediüzzaman Hazretleri, özetle şunları söylüyor:
“Risâle–i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle, daha ziyade Risâle–i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. …Bu şefkatteki fedakârlığa bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.
“Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için, hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife–i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişâfı ile hem hayat–ı dünyeviyesini, hem hayat–ı ebediyesini onunla kurtarabilir.
“Fakat, bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû–i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat–ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. ‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir; hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat–ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken, dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye–i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı, lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.”
Son derece düşündürücü olan bu ifadeler, bize evlât yetiştirmenin, onu İslâmî ahlâk ve fazilet dairesinde terbiye etmenin ne derece ehemmiyetli olduğunu hatırlatıp ders veriyor.
Bu mânâdaki hakikatli derslere devam etmek ümit ve temennisiyle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*