Asıl mesele: İnandığını yaşamak (3)

Sinsi düşman: İkinci nefs–i emmâre

İman ve irşad dairesi içine girenleri günah noktasında en fazla zorlayan damarın kaynağı “ikinci nefs–i emmâre”ye gidip dayanıyor.

Birinci nefs–i emmâre, kişiyi imân ve hidayet dairesine girip girmeme noktasında zorluyor. Kişiyi dinden–imandan soğutup dünyaya sevk etmeye, günah deryasında daldırmaya, yahut dalâlet vâdisinde koşturmaya çalışıyor.

 

Cüz’î iradenin sarfından sonra devreye giren Cenâb–ı Hakk’ın küllî iradesiyle nefs–i emmâresini yenen ve hidâyete mazhar olan insan, bu kez ikinci bir nefs–i emmârenin daha şedit olan hile ve desiseleriyle karşı karşıya geliyor.
İşte, bu ikinci nefs–i emmâredir ki, bir mü’mini inandıklarını yaşatmamaya, hatta inandıklarının tam tersi bir istikamete sevk etmeye çalışıyor.
Üstelik, silâhları daha kuvvetli, mühimmatları daha tesirlidir, bu ikinci nefs–i emmârenin…
Birinci nefs–i emmâre, imana gelip teslim olurken (mutmainne iken), bütün silâh ve edevâtını damarlarda, asablarda, sinir sisteminde yerleşik durumda olan “ikinci nefs–i emmâre”ye devrediyor.
Üzeri kamufleli olan bu korkunç silâh ve mühimmat ise, inanan kimsenin bünyesi içinde âhir ömre kadar varlığını muhafaza ediyor. Üstelik, çoğu kez akıl ve iradeyi bile dinlemeyerek hükmünü icra etmeye çalışıyor.
İşte, zamanımızın en dehşet verici hâlini yansıtan bu vaziyet, mü’minleri müthiş bir sıkıntı, azap ve ıztırabın cenderesine sevk ediyor.
Kişi, hayretler içinde kendi kendini sorgulamaya başlıyor: “Fesübhanallah! Ben ki, bütün iman rükünlerine inanan ve kendimi her türlü günahlardan sakınan bir insanım. Nasıl oluyor da, imansızların hayatına özeniyorum, onların din ve ahlâk dışı yaşayış tarzlarına meyletmeye çalışıyorum? Bâzan da, o günahkârlık batağına saplanıyorum…”
Bu durum, aslında birincisinden daha şiddetli olan ikinci nefs–i emmârenin varlığından haber veriyor.
Çoğu kimse, bu hakikatin farkında olmadığı için, bocalayıp duruyor.
Öyle ki, eskiden bazı büyük zâtlar dahi düştükleri bu durumdan şekvâ etmişlerdir.
İşte, aşağıda okuyacağınız iktibaslar, hem bu hususun, hem de tâ başından beri nazara vermeye çalıştığımız sıkıntının hem teşhisi, hem de tedâvisi noktasında muazzam bilgileri ihtivâ ediyor.
Meselenin mahiyeti tam olarak bilindiğinde, elbette sıkıntının hâl çaresi de bulunmuş ve iş kolaylaşmış olur.
Buyurun, Nurlar’da bir seyahat–ı fikriyeye birlikte çıkalım:
“Bazen olur ki, nefs–i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs–i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs–i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz–ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs–i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs–i emmârenin vazifesidir.” (Mektubat, s. 316)

“Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs–i emmâresi kalmamış büyük evliyadan şiddetli bir surette nefs–i emmâreden şikâyet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra katî bildim ki, âhir ömre kadar mücahede–i nefsiyenin sevabdar devamı için, nefs–i emmârenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikâyet ederler.” (Şualar, s. 293)

“Bir zaman, evliya–yı azimeden, nefs–i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede–i nefsiyeler ve nefs–i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs–i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk–ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs–i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs–i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife–i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir manevî nefs–i emmâreyi gördüm.
“Bu ikinci nefs–i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına fedâ etsin. Ve Risâle–i Nur’un erkânları gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın.
“Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs–i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor.” (Kastamonu Lahikası, s. 180)
Kâinatı hiddete getirecek günahlara giren imân ehlinin, bu dehşetli vaziyetten kurtulmasının çare ve çıkış formülleri üzerinde durmaya önümüzdeki hafta da inşaallah devam edelim.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*