Ateş altındaki talihsiz şehir: İstanbul

Doğu veya Batı

altTarihteki talihsiz şehirler ile zamanımızdaki musîbetzede şehirlerin resimlerini bir kareye sığdırmak ile hikâyelerini bir sayfaya sığdırmanın farkı var mı?

Belki kitaba veya kitaplara ihtiyaç duyulacak kadar geniş bir konu… Bu yazımızda çerçeveyi iyice daraltmaya çalışacağız. Ne Harun Reşid’in günümüzdeki Bağdat’ına, ne Asurîlerin Halep’ine, ne Mağrib’in Trablusgarp’ına, ne Şit’in ülkesi olan Aden ve Taif’e ve ne de Hindukuş’un Kabûl’üne ağlamayacağız bugün… Ufukta o kadar dehşetli bir tehlike görünüyor ki; Bütün bunları unutturacak kadar büyük ve dünyamız da böyle bir felâketi görmemiş olacak…

Zira saydığımız o büyük şehirlerin nüfusları, İstanbul’un bir yakası kadar elbette yoğun değiller… Avrupa’nın en az yirmi devletinden daha fazla bir nüfusa sahip İstanbul’a bir felâket bulaşırsa, dünyanın bütün tarihinin bir anda alabora olacağını herkes bilmeyebilir. Eski zamanlarda, İstanbul sevdalısı yazarlarımız vardı. Onlar da zamana küsüp kaybolmuşlar gibi… Ara ara ahaliyi ikaz ederlerdi… Bizim için bir teselliydi onlar… Asya münafıkları bir hile ile 12 Eylül’de İstanbul’u işgal ettiklerinden bu yana, ne bülbüller ötüyor, ne şairleri söylüyor ve ne de kalemi tutuyor İstanbulluların… Kur’ân, bu şehrin ismini Mekke-i Mükerreme, Şam-ı Şerif ve Kuds-i Şerif ile birlikte anar. Osmanlı, Peygamberimizin (asm) senasına mazhar bu şehir için “Belde-i Tayyibe” diyordu… Sultan Fatih, ona yeni bir elbise dikmiş, yeni bir isim takmış ve yepyeni bir ruh üflemişti: Dersaadet! Ulvî manalara bürünmüş tekyelerdeki tevhid seslerine, şühedanın uyanık ruhlarına ve mana iklimlerinin şu mutlu dalgalarına teslim edilmiş İstanbul’a Asyalı münafıklar, 1980’lerde Müslüman giysileriyle girmişlerdi bin bir kapıdan… Sonra da at izi ile it izi birbirine karışmıştı, bu mübarek beldede…

Nifakın küfürden ne denli şedit olduğu, işte bu otuz küsur senede belli oldu… İstanbul’a musallat olanlar, maalesef tekbir ve salâvat eşliğinde saldırdılar… İstanbul’a yepyeni şiirler yazdılar; hikâyeler, müsamereler ve medhiyeler… Bu müdahenecilerin arasında kayboldu, İstanbul sevdalıları ve nihayet sus pus olmuşlar İstanbul edipleri bugün… 1453 kutlamalarındaki mehter seslerini hâlâ işitiyorsunuz… Osmanlı temsillerini oynamak için stadyumları kapattılar, yeni Osmanlı geçinenler… İstanbul’u vird edinince o Siyasal İslâmcılar, 1994´ten bu yana İstanbul bunlara teslim edildi.

Hikâye uzun anlatamayacağım… Almanya’da, Çin’in büyük şehirlerinin üç boyutlu resimlerinin sergisini gezmiştim… Korkunçtu… Nefesim kesilmişti seyrederken… Yükselen gökdelenler ve küçülen insanlar… Bugün ise, artık Çamlıca’ya çıkamıyorum… İnsanlığın karşısına çirkin cesametleriyle heyûla gibi yükselen binaları, Taksim’den tâ Ayazağa’ya kadar seyrettikçe içim kararıyor… Anadolu tarafı belki açıktır, derin nefes alırız diye, artık hayal etmeyin. Ataşehir’de, hemencecik ensenizde yükselen ucube binalar… Firavunların piramitlerine de benziyorlar yer yer… Hele Çamlıca’dan Çekmeköy’e uzanan çizgiye, sakın bakmayın, inanın ki başınız döner, düşersiniz kaldırımlara.

Neredeyse dört ciheti denizlerle çevriliydi, bu cennetasa beldenin. Fakat nerede… Ayastefanos´dan Sultanahmet’e… Denizin görünüm ve havasını kesmek için kırk katlı gökdelenler, yirmi milyonu boğmak üzere adeta set teşkil etmişler… Asya’dan bakarsanız da durum değişmiyor… Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar… Şehir mimarilerinin en kötü manzaraları… İstanbul’u kuşatanlar ne dinsizlerdi, ne Haçlılardı ve ne de komünistler … Dinlerini dünyaları için kullanan Anadolu Müslümanlarıydı… Dünyevîleşme hastalığına tutulmuş ve hırsın rezil ettiği insanlardı… 1994’ten günümüze kadar, İstanbul’un şehreminliğini elinde tutan ve İstanbul şiirleri ile yatıp kalkanların, bütün günahı bazı tetikçi müteahhitlere yüklemeye kalkışmaları ise, artık şark kurnazlığını da utandırıyor bugün.

Aslında yukarıdaki manalar değildi maksadım. Girizgâh derken uzadı, gitti… Yirmi milyon insanı; Araba, makine ve bütün eşyaları ile tıkadığımız şu İstanbul’un başına gelen son hadiseler (yağmurlar, sel felâketleri, fırtınanın dolu ile hücumu gibi) bir taraftan uyarı, diğer taraftan da öncü felâketlere benzemiyor mu? Türkiye’nin en zengin, en aydın, teknolojide en yetişmiş ve dünya ile en alâkadar tabakalarını yerleştirdiğiniz İstanbul’a… On dakika yetti. Bir prova idi… Ebabillerin gagalarındakiler, hakikî mermiler de olabilirdi… Karadeniz veya Marmara’yı özel borularıyla İstanbul’un üstüne boşaltabilirdi göklerin Sahibi… Daha neler… O günü yaşayanların yürekleri ağzına gelmiş ve kısa bir süreliğine de olsa dindarlaşmışlar… O fırtınayı İstanbul’u bekleyen felâketler için tatbikata benzetenler, bütün camların nasıl yere indiğini, asırlık çınarların kökleriyle çıkarılarak devrildiğini ve on dakika içinde karaların nasıl da denize dönüştüğünü gösteriyorlar. Apartmanların mantolama sistemleri, Bosna Savaşı’nda kurşunlanmış evlerin duvarları gibi, doluların hedefe kilitlenmiş mermiler gibi indiğini söylüyor yaşayanlar… Yani birileri önce sis bombalarıyla görüntüyü bitiriyor ve sonra da adeta sağa sola ateş ediyor… Tam bir hücum. İstanbul ateş altındaki bu dehşetli tatbikatı yaşarken, hiçbir cana da zarar gelmiyor… Semanın, bulutların, rüzgârın, denizin ve doluların ortak manevrasında zayiatın olmaması ilginç değil mi?

Bu felâketleri sebeplere bağlayanlar çoğunlukta… Allah’a inanmak istemeyen materyalistler; dünyevîleşmiş Aspendos’un, günah çukurlarına yuvarlanmış Sodom ile Gomero’yı ve ahlâksızlaşmaktan dolayı Venüs’ün hışmına uğramış Pompei gibi harabeleri hatırlamak istemiyorlar…

Meseleye yalnızca çevre açısından bakanlar; A. Mahmut Hüdai’nin (ks) Üsküdar’ında, Sultan Halid’in (ra) Eyyüb’ün de ve Ebul Vefa’nın vefasında işlenen günahların Siyasal İslâmcılarca nasıl kanıksandığını hesaba katmıyorlar… En fazla da zikrettiğimiz çevrelerdeki insanlar korkutulmuş 26 Temmuz’un gurubunda…

Türkiye’nin Anadolu´suna imkân sağlamadığından, oradaki insanların İstanbul’a göç etmesine sebep olan yetkililer de kaderin yüklediği yükten kaçıyorlar. Şu Siyasal İslâmcı hükümetin kasıtlı yanlış politikalarıyla İstanbul’a yaptığı kötülüğün; 1970’lerden bu yana İstanbul’a yapılan kötülük ve ihmalleri geçtiğini istatistikler gösteriyor.

İstanbul sevdalısı vatanperver ve milletperver olmaz mı? Yirmi milyon insanı, ülkenin sermayesi ile birlikte bu hapishaneye dolduran idareciler; Vatan, millet ve din düşmanlarına dâvetiye çıkarmıyorlar mı? Bu yalnızca deprem, sel ve buna benzer gibi şeyler olmayabilir… Biyolojik savaşlar ve diğer toplu imha silâhlarına açık bir İstanbul inşa ettiler ve ülkenin dörtte birisini topladılar bu talihsiz şehre yeni Osmanlılar…

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*