Avrupa’daki Nur hizmetleri ve İslâmiyet güneşi

MAINZ /ALMANYA – Bu defa yolumuz artık ikinci “anavatan” konumuna gelmiş olan Avrupa’nın göbeğindeki Almanya’ya düştü. Mainz şehrindeki dostların dâvetiyle buralardayız. Bu, Almanya’ya beşinci, bu yıl içinde de ikinci seferimiz. Artık dünya gerçekten bir köy ve mahalle konumunda.

1963’te Anadolu’dan “birkaç yıllığına çalışıp dönmek!”, kendi tâbiriyle ”bir traktör almak veya ev almak, tarla almak, bahçe almak, dükkânı tamir edip genişletmek!” için Anadolu’dan başlayan “sefer” geri dönülmez bir hâl alarak yepyeni bir mecraya girmiş. Almanya artık “Türk–Alman Vatandaşlarını” kabullenmek zorunda kalmış. Bizimkiler için de dönmek artık haşre kalmış. Bu “işçi göçü” şu anda Almanya’da iki tarafın da garipsemediği bir “Türk ve Müslüman nüfus” gerçeğini ortaya çıkarmış.
Bu durum hem Alman makam ve milletince, hem de Türk makam ve topluluğu tarafından tamamen normal karşılanır hâle gelmiş. Şu anda görünen tek olumsuz yön Doğu Alman kökenli Merkel’in başbakanlığını yaptığı hükümetin Müslümanlara ve Türklere karşı haksız uygulama ve baskıya yönelen bir duruma taviz verir görünmesidir. Müslümanlara ve Türklere karşı yapılan bu kasıtlı davranışlardan vazgeçilmelidir. Hitler taraftarı aşırı milliyetçilerin menfî tutumlarına resmî makamların da kısmen katılmış olmaları medenî bir dünyaya ve özelde Almanya’ya yakışmıyor.  
Biz esas konumuz olan ziyaretimizin amacına ve bizi dâvet eden değerli dostlarımızın yaptıkları program gereği icra etmeye çalıştığımız “manevî hizmetlerden” sizlere kısaca bahsetmeye çalışalım.

Antalya’dan, direkt olarak üç buçuk saatlik bir yolculuktan sonra dünyanın sayılı, Almanya’nın da ikinci büyük havalimanı olan Frankfurt havalimanına ulaştık. Kaldığımız yer ise, Frankfurt yakınlarındaki Eyaletin başşehri olan Mainz şehrindeki hem cami, hem de dershane olarak kullanılan mekân. Burada her gün gece gündüz manevî faaliyetlerimiz, derslerimiz, sohbetlerimiz devam ediyor elhamdülillâh.

Hissedebildiğim kadarıyla artık buraya yerleşmiş ve yarı Alman, yarı Türk vatandaşı olan Müslüman Türkler arasında iki farklı durum var.

Birincisi: Aslî vatan hasretini hiç yüreklerinden atamayan, ama maddî refah ve teknolojinin yanında demokrasi ve hürriyet nimetlerinin bizim ülkemize göre daha iyi olduğunu kabullenip yarı burada, yarı Türkiye’de vakit geçiren birinci nesil var. Bu birinci nesil; fedakâr ve cefakâr gayretleriyle evlâtları olan genç nesli; “sağ elinde sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinde sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ eden” (17. Lem’a, 5. Nota) ‘İkinci Avrupa’nın karanlıklı girdabından muhafaza etmek için cansiperane çabalıyor ve gayret gösteriyorlar.

İkinci ve üçüncü nesil ise artık tamamen “yerleşmiş” ve “yerlileşmişler.” Onların “ana dilleri” artık Almanca! Yaşayışları Almanca, ortamları Almanca. Disiplinin, sistemin, prensibin, demokrasi ve hürriyetin, gayretin ve çalışkanlığın hayat felsefesi olduğu meşhur Almanya’nın ve coğrafyasının bir parçası olmuşlar. Bunların kaybolup gitmemesi, batı kültürüne yenik düşmemesi için bir şeylerin yapılması gerekiyor.

Burada aileler ve ebeveynlere düşen; onları küstürmeden, zorlamadan, sarsmadan ve savurmadan, günün ve bulundukları ortamın şartlarına en uygun yol, tarz ve metodu uygulayarak; manevî değerlerimizi, tarihimizi, örf ve an’anelerimizi onlara öğretmektir.

Anavatandaki Nur cemaati olarak bize düşen ise; burası ile çok iyi bir diyalog hattı kurarak, buradan gelecek istekler doğrultusunda her türlü desteği sağlamaktır. İyi bir koordinasyon ile her türlü manevî hizmet desteğini buradaki bu büyük potansiyele yöneltmek ve bu konuda çok ciddî bir plan ve yatırımla gereğini hiç vakit kaybetmeden yapmaktır.

Batı dünyasında İslâmı yaşama ve tebliğde ortak bir gerçek var, bu bir gelenek hâlini almış. ABD’de de, Avrupa’da da, her cemaatin, her milletin kendisine ait ayrı birer camii, külliyesi, derneği veya bir merkezi var. Bu grup ve cemaatler bütün kültürel ve mânevî hizmetlerini bu merkezler vasıtasıyla yürütüyor. İbadetler de; yetişkinlere, gençlere, bayanlara ait her türlü manevî eğitim, kültürel faaliyet, ders, vaaz, toplantı, seminer, dâvet, kabul ve diğer faaliyetler de buralarda icra ediliyor. Türkiye’deki “dershane” veya “medrese” şeklinde değil. Kendinize ait yeterli ve kaliteli eleman bulamadığınız zaman elinizdeki bu büyük yetenek ve potansiyel olan gençlerinizi maalesef kaybetmeyle karşı karşıyasınız demektir.

Bunun için de “kudsî dâvânız” adına hem kendinizi sağlam yetiştirmek zorundasınız, hem de dâvânızın ayakta kalmasını, sürdürülmesini, birebir yaşanmasını genç nesle ve başkalarına örnek olarak göstermelisiniz. Yoksa kaybolmanız, bir yerlere kaymanız, sarsılmanız, savrulmanız an meselesidir.

Ayakta durmak ve hayatiyeti devam ettirebilmek için, bu konuda Üstad Bediüzzaman’ın şu sözlerine bir defa daha dikkat çekmek istiyorum. İstikbalin net bir haritasını çizen Bediüzzaman’ın; o müthiş görüş, feraset ve basiretini zamanın doğrulayıp tasdik ettiğini bir defa daha görüyoruz.
“Zaman-ı istibdâdın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar.” (Münâzarât, s. 32-33)

Evet, hürriyetin zembereği olan “hak, akıl, mârifet, kânun, efkâr-ı âmme”nin idraki ve yardımıyla daha iyiye ve güzele gideceğiz inşaallah.
Bu konuda ümidimiz fazlasıyla vardır. Buradaki camiamız, maşaallah gece gündüz demeden hem kendilerini iyi yetiştirmek, hem de çocuklarını, komşularını, akrabalarını, tanıdıklarını, dostlarını bu kudsî dâvânın nuruyla nurlandırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar.
Burada her gün her kesimde ayrı bir faaliyet var elhamdülillâh. Kur’ân okuma, fıkıh, namazın farzları, sûreler konusunda, gençlere yönelik, ihtiyarlara dönük çok güzel ve hoş sohbetler, dersler yapılıyor. Çevre gezileri devam ediyor.

Çarşamba günü akşamı bir grup dostla, Mainz’a 100 km uzaktaki Manheim şehrine gittik. Daha yeni tutulmuş ve hizmete sokulmuş olan küçük, fakat anlamlı dershanenin içerisini dolduranların hemen hemen tamamına yakını gençti. Heyecanlıydılar, dikkatliydiler, enerjik ve kıpır kıpırdılar. Ümit, aşk ve şevk doluydular. Okula erken başlamalarına, işe erken gidecek olmalarına rağmen geç saatlere kadar sohbet edip, dertlerimizi paylaştık.

Kafalarında yepyeni hizmet projeleri vardı. Plânlar vardı. Bizlerden istekleri ve arzuları vardı. Hizmet için bir şeyler yapmak istiyorlardı. İleriye ümitle bakıyorlardı. Kendilerini tebrik ettik. Her konuda birlikte çalışma, hizmet ve yardım etme sözü verdik. Biz oldukça memnun olarak Manheim’dan ayrıldık. Onlar da çok memnun oldular.

Almanya’da eski yıllara nazaran İslâmî cemaatler arasında da gözle görülür bir yumuşama ve hoşgörüyü hissettik. Zındıka komitelerine karşı ehl-i imanın “İttihad-ı İslâm”dan başka görünürde bir çaresi yok. O zaman bütün İslâmî cemaatler olarak daima müsbet hareket etmek ve ortak aklın gereğini yapmak zorundayız.

Buna bir örnek olarak, Mainz bölgesinde bulunan ve buranın tâbiri ve genel algılamasıyla “Millî Görüş Camii” olarak isimlendirilen ve belli bir İslâmî grubun iki ayrı ibadethanesini ziyarete gittik. Ben özellikle kendim burada bulunan yetkililerle görüşmek, tanışmak ve onlara nezaket ziyaretinde bulunmak istedim. Sağ olsun dostlar da kırmadılar ve götürdüler. Görevli imam kardeşlerimize Yeni Asya kimliğiyle kendimizi tanıtır tanıtmaz, namazdan sonra cemaate hitap etmemizi istediler; biz de bu isteklerini yerine getirdik elhamdülillâh. Bu da gösteriyor ki “derelerin altından çok sular akmış!” Bu ziyaretlerden onlar da memnun oldular ve iade-yi ziyaret iradelerini beyan ettiler. Bu tür diyalogların müsbet manada devam etmesi ve gelişmesi İslâm ve Müslümanlar adına iyi neticeler verir diye düşünüyorum.

Öte yandan, yerli Almanlarla da iyi ve devamlı diyaloglar kurulması çok iyi olur diye düşünüyorum. İbadet ve akaid, yani inanç noktasında “sıfır noktasında” olan bir toplum ve millete İslâm adına “dâvet” ve “tebliğ” sorumluluğumuzu yerine getirmek için mutlaka bir şeyler yapılması gerekiyor. Parlamenterler, medya mensupları ve temsilcileri, mahallî idareciler, sivil toplum teşkilâtı yetkilileri, hayır kurumları ve yetkilileri ve burada oturan sakinlerin kapı komşuları, apartman komşuları akla gelen ilk isimler. Bunlara Risâle-i Nur Külliyatı ve orijinal hediyeler takdim ederek “dâvet” ve “tebliğ” vazifemizi yapmanın fırsatları aranmalıdır diye düşünüyorum.

Bu konularda daha yazacak çok şey var. Ama şimdilik bu kadarla yetinelim. Yepyeni bir ülkede, yepyeni hizmet merkezleri, yepyeni simalarla birlikte olmak oldukça mutluluk ve sevinç verici bir hadise. Başta gençlerimiz olarak bu hizmette emeği geçen ve katkı yapanları tebrik ediyor, onlara duâ ediyor ve duâlarını bekliyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*