Âyine-i Samed: Kalp

Cenâb-ı Hakk’ın Samed ismi her şeyden müstağnî, üstün, hiçbir şeye muhtaç olmayan manasındadır. Her şeyin her şeyinde ve her halinde Allah’a muhtaç olmasıdır. Allah’ın Samediyet mührü sayesinde her hayat sahibi varlık kâinatın küçük bir timsali hükmüne geçer.1

Kalp hem zahiren, hem batınen âyine-i Samed’dir, Cenâb-ı Hakk’ın Samed isminin en bariz tecelli ettiği yerdir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadisinde şöyle buyurur: “Vücutta bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur, o kötü olursa bütün beden kötü olur. Bu et parçası kalptir.” 2 Hadise göre her şeyin sıhhati kalbe bağlanır. Kalp, vücutta kan pompalar ve bütün organların beslenmesini sağlar. Bütün organlar kalbe muhtaçtır; fakat kalp kendi kendini besler. Dünya hayatı kalbin atmasıyla başlar, kalbin durmasıyla sona erer. Kalpteki bir hastalık bedenin diğer organların işlemesini de sekteye uğratır. Bütün bunlar Allah’ın Samed isminin mânâsıyla uyuşmaktadır.

Manevî kalbin ihtiyaçları marifet-i Rabbaniye, muhabbet-i İlâhiye, ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rabbaniyedir. Bu ihtiyaçlar itibariyle de kalp bütün âlemle alâkadardır. Dünyayı dolduracak kadar emelleri ve düşmanları vardır.3 El attığı şeye bütün kuvvetiyle, şiddetiyle bağlanır, onu kucaklar. Ve daima onunla olmak ister, onda kendini bulur. Fakat fani olana razı olmaz. Tam bir itminana ulaşması için ise Esma-i Hüsna’nın nurlarına ihtiyacı vardır. Kalp, ebedü’l-âbâda açılmış bir pencere hükmündedir.4

Kur’ân’da kalplerin ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olacağı bildirilmektedir.5 Kalp acze düştüğünü hissettiği anda bir nokta-i istinad, medet umacak birini arar. Onu ancak imanla bulabilir. Acziyetini giderecek, rızkını karşılayacak, kapısını çalacak tek zat Samed olan Allah’tır. Kalp O’ndan başkasına razı olmaz, lâyığını O’nda bulur, masivaya yer vermez, yer verdiğinde ise hüsrana uğrar. Kalp amal, ahvâl ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır. Nur-u hayatın sönmesiyle, mahiyeti gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.6

İman nuru sayesinde hakaik-ı İlâhiye’nin tecellisine mazhar olmakla hayattar, menba-i kemalât ve ziyadar olur. Bu hâl bütün bedene, ruha sirayet eder. Hatta kulaktaki zar iman nuruyla ışıklandığında kâinattan gelen manevî nidaları işitir, lisan-ı hal ile yapılan tesbihatları fehmeder. Rüzgârların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgaların nağamatını ve sair kelâmları işitir. Adeta kâinat ilâhî bir musıkî dairesine dönüşür. Fakat kulak küfür ile tıkanırsa o leziz, manevî savtlardan mahrum kalır. Bütün sesler matem seslerine inkılâp eder. Kalpte esmalar tecelli ettiğinde göz ise bütün kâinatı gül ve reyhanlarla donatılmış bir cennet şeklinde görür. Gözbebeği de tıpkı bir bal arısı gibi kâinatta çiçek gibi bürhanlardan alacağı ibret, fikir, ünsiyet ile o tatlı, imanlı balları yapar. Fakat kalp küfrün karanlığına düştüğünde göz kör olur, dünya bir hapishane şekline girer, tevahhuş eder.7

Akıl ve kalp zahiren birbirine zıt iki hasse olarak gösterilir. Bilim dünyası aklı yere göğe sığdıramaz. Kalbî olanı akletmeye tehdit olarak görür; lâtifeleri devre dışı bırakarak hakikate ulaşılacağını iddia eder. Tasavvufî kaynaklar ise kalbi her şeyin temel taşı olarak kabul eder, aklı çok da gerekli görmez. Halbuki Allah yarattığı ve eşref-i mahlûkun vazifesini gerçekleştirmeye aracı olarak ona yerleştirdiği için bu iki lâtifenin de ayrı ayrı önemi, ibadeti vardır.

Akıl; insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi olarak tanımlanır.8 Kur’ân’da akıl da kalp gibi insanı sorumluluk altına koyan nimet olarak zikredilmektedir. Aklı kullanmayı “Hiç akletmez misiniz?” 9, “Hiç düşünmezler mi?” 10 gibi âyetlerle teşvik eder. Aklı ikaz eder, muhatap alır. Bazı âyetlerde de aklını kullanmayanlar için büyük bir azap olduğunu, aklını kullananların ise cehennemden kurtulacağını buyurur.11

Akıl için zikredilen tabirlerden biri de şudur: “Akıl, zatıyla maddeden mücerred, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.”12 Akıl somut bir varlık değildir. Fakat aklın işlevlerini yerine getirebilmesi için maddeye ihtiyacı vardır. Şe’ni delil üzerine gitmektir.13 Meselâ kâinattaki bir şeyi gözümüzle temaşa ederiz. Aklımız o maddeden manevî anlamlar çıkarır, kâinattan çıkar, Saniine ulaşır.

Tasavvufa göre bilginin kaynağı kalptir. Akıl bu konuda yetersiz kalır. Akıl kalbin bir işlevi olarak görülür.14 Buna delil olarak Hac Sûresinin “Akletmek için onlarda kalp yok mu?” (22/46) âyetini gösterebiliriz. Fakat kalbin doğru bilgiye ulaşması için olgunlaşması, kirlerden arınması, taklit ve taassuptan temizlenmesi gerekmektedir.15 Bunun için insan kalbini yoklamalı, imanını tashih etmelidir. Bu noktada ise aklın yardımına ihtiyacı vardır. Akıl sorgulama, muhakeme etme vazifesini gerçekleştirerek kalbin temizlenmesine katkı sağlar.

Risale-i Nur’da akıl saadete ulaştıracak bir hediye olarak zikredilir.16 Akıl şuur ve histen süzülmüş şuurun bir hülâsasıdır. Kur’ân da şuur-u kâinatın aklıdır.17 Öyle bir hassedir ki, bazen ihatası mümkün değildir. Bazen ise o kadar daralır ki bir iğneye mahal olamaz dereceye gelir.18 Akıl nimeti geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşündürür. Bu da kalbi incitir; bir lezzete bin elemi karıştırır.19 Aklı kullanmada aşırıya gidip korku ve hüzünlerin içinde kaybolmak aklın zafiyetidir. Her şeyin fazlası zarar olması düsturu burada da geçerlidir. Çünkü akıl neye yönelse onda fena bulur, bütün varlığıyla o şeye münhasır olduğunu bilir. Hangi noktaya girse bütün âlemi beraberinde götürmek ister.20 Mutezile imamları bu vartaya düşmüşlerdir.

İmanın yeri kalptir. Akıl ise iman nurunun yansıdığı yerdir.21 Kalbin vaziyeti akletmenin çerçevesini belirler. Dışarıdan gelen bilgi aklın süzgecinden geçirilir, ardından kalbin tasdiki gelir. İmanlı kalp ile dalâlete düşmüş bir kalbe sahip iki insanın aklının çalışması da farklıdır. Lemaat’ta da belirtildiği üzere aklın nuru kalpten gelir. Aklın nurunun kalbin ziyasıyla mezc olması gerekir ki, ortaya çıkan ürün hakikat olsun. Parlak fikirlerde kalbin basireti olmazsa, o fikirlerde ilim ve basiret olmaz. Kalpsiz bir akıl düşünülemez.22 Kalp hastalığı arttıkça aklın da felsefeye meyli ve muhabbeti artmaktadır. Dini noktadan zayıf olduğumuzda, kalbimizi tatmin edemediğimizde bilinçaltında kalbin bu açığını kapatmak, onun sesini susturmak için akla yöneliyoruz. Kalbin ziyası olmayan bir akıl da felsefeye muhabbet etmeye başlıyor ve kalbin hastalığını daha da ziyadeleştiriyor. Bu bir nev’î kısır döngü olarak devam ediyor.

Kalp ile akıl birlikte çalışmalıdır. Kalbin ziyası ulum-u diniye, aklın nuru ise fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. Ayrı düştüklerinde ise birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir.23 Bediüzzaman Hazretleri bunun farkına varmış ve buna çözüm olarak da Medresetü’z-Zehra eğitim projesini geliştirmiştir.

İnsan, kâinatın yaratılışının esas maksadı ve çekirdeği hükmündedir. İnsanın çekirdeği de kalptir. Kalp ile insanın birbirine zarf ve mazruf olma özelliği vardır.24 Kalp insanın bedeni içindedir. Bu açıdan insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle ise kalp insana mazruf olur. Maneviyatta insanı ihata eder, hayatlandırır.

Kalbin ise bir harita, fihriste misâli kâinatı kapsayacak kabiliyeti vardır. İhlâs ve ubudiyetle uyanırsa öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki, insanın cismanî âlemine ruh olur. Kalbin içinde çokça hizmetçi vardır ki, bunlar da hayat bulup inkişaf ederlerse bütün kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Kalbin hadimlerinden hayal, en zayıf, en kıymetsizken, sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. İnsanın kâinattaki gayesi teamül ile tekemmül etmektir. Marifetullaha, muhabbetullaha ulaşmaktır. İnsan kâinatı kuşatma istidadı bulunan kalp ile bu gayelerine ulaşabilecektir.

Dipnotlar:
1- Süleyman, Kösmene, Allah’ın Güzel İsimleri: Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna, Yeni Asya Neşriyat, 2006, s. 407.
2- Buhari, İman, 39; Müslim, Musakat, 207.
3- Nursî, Said, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 100.
4- Nursî, Said, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 102.
5- Rad, 13/28.
6- Nursî, Said, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 78.
7- Nursî, Said, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 71.
8- Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, İslâm Ansiklopedisi, C: 2, İstanbul, 2001, s. 238.
9- Bakara, 2/44.
10- En’am, 6/50.
11- Yunus, 10/100; Mülk, 67/10.
12- Alaaddin Başar, Kelimeler Cümleler, Zafer Yayınları, İstanbul, 2009, s. 58.
13- Nursî, Said, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 77.
14- Süleyman Uludağ, “Kalb”, İslâm Ansiklopedisi, C: 24, İstanbul, 2001, s. 231.
15- Süleyman Uludağ, “Kalb”, İslâm Ansiklopedisi, C: 24, İstanbul, 2001, s. 231.
16- Nursî, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 84.
17- Nursî, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 103.
18- Nursî, Said, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 80.
19- Nursî, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 100.
20- Nursî, Said, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 104.
21- Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2009, s. 719.
22- Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2009, s. 661.
23- Nursî, Said, Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 305.
24- Nursî, Said, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, s. 91.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*