Az kaldı

“Eski hâl muhâl. Ya yeni hâl veya izmihlâl!” Bu ibâreyi hâtırladınız mı? Evet, ümitsiz olmak için bir sebeb yok. Her geçen gün, ülkemiz gerçek demokrasiye doğru bir adım daha ilerliyor. Binlerce senelik bir geleneğin şekil verdiği milletin efrâdı bir gecede düzelecek değil ya? Öyle sananların hatâları hâlâ temizlenemedi… Fıtratın kanûnu nasıl emrederse öyle olacak.

Bunun aksini iddiâ edenler çok çıkmıştır; fakat, netîce alabilene hiç rastlanmamıştır. Bir istisnâsı, o kanûnları koyan Cenâb-ı Hakk’ın izin ve irâdesi ile görevlendirilen peygamberlerin icrâatıdır. Bu durum da İlâhî bir tercîhden ileri gelmiştir.

İslâma gönülden bağlandığı zamandan beri, aralıksız bin sene insanların iki dünyâ saâdetine hizmeti gaye edinen ecdâdımız, maddî cihâdın temeli olan orduya peygamber ocağı olarak kudsiyet vermiş; dâimâ el üstünde tutmuştur. Bugün de müessese olarak milletimizin kalbinde aynı yeri muhâfaza etmekte olduğu kesindir. Ancak, ne yazık ki, son birkaç yüzyıldır, cem’iyyetin her köşesinde görülen çürüme, bozulma, yozlaşma burada da hükmünü icrâya başlamıştır. Hattâ, balık baştan kokar hükmünce, bozulmanın ilki bu ocakta meydana çıkmıştır.

Aklı eren ve gücü yetenler, işi fark ettiklerinde gerekli tedbîrleri almaya gayret etmişlerse de, maalesef, denge bozulduğundan olacak, akıbette istendiği şekle kavuşmak mümkün olamamıştır. “Önce Ekmekler Bozuldu” diyen yazarın tesbîtini şöyle tashîh etmek lâzım: Önce Kalbler Bozuldu! İmân zaafının açtığı yaradan, kurt, gövdenin içine girdi. İçinden çürüyen bedene dışarıdan yapılan müdâhaleler devâ olmadı. Hastalığın esâsını teşhîsde geç kalındı. 19. Yüzyılın sonlarında mütefekkirlerimiz, din ve devlet adamlarımız, mes’eleyi kavradıklarında artık çok geç kalınmıştı. Cehâlet, zarûret ve ihtilâfdan meydana gelen müttefik ordu dimağ ve gönülleri târ ü mâr ederken, haçlı zihniyetinin temsilcisi Batılı kuvvetler de güç birliği yaparak serhaddimizi geçmiş; siperlerimizi, kalelerimizi, şehirlerimizi işgale başlamışlardı.

Asırlardır mânen ve maddeten yücelerde oturmanın verdiği rehâvet ve gaflete inzimâm eden gurûr netîcesinde, hezîmetimizin sebeblerini tahlîl edemedik. Hakîkati kabullenemedik. İşi çeşitli bahânelere yükleyerek, hayâl dünyâsına sığınmakla paçayı kurtarabileceğimizi zannettik. Memleketin içlerine, iç kalelere, fildişi kulelere, muhkem saraylara, billûr konaklara çekildik. Hiçbir şey olmamış gibi, zevk ü safâya devâm edip, kendi yapmamız gereken işleri Hıfz-ı İlâhî’ye havâle eyledik. Tenbelliği tevekkül, tehâvünü tefvîz sandık. Sanki, sebebler dünyâsında yaşamıyorduk. Sanki, Hâlık-i Kâinât, kâinatta cârî olan kanunları bizden başka kulları için yaratmıştı.

Dünyânın üç kıt’asında kırıla, döküle ric’at ederek, sonunda eli-kolu bağlı bir vaz’iyyette kendimizi Anadolu’ya hapsedilmiş bulduk. Allâhu Teâlâ’nın avn ü inâyeti, rahm ü şefkati İslâma samîmî hizmet etmiş olan bu milletin torunlarına yetişti. Bin senedir İslâmın bayraktârı olan bu millet-i merhûmenin kahraman ordusunu muzaffer kıldı. Milyonlarca şehîd ve gazînin hürmetine, çekilen zahmetleri hatâlarımıza keffâret kabûl etti. Yeniden kendimizi toplamamıza fırsat verdi.

“Bizans oyunları” adını taktığımız; aslında, onlardan öğrendiğimiz bu oyunu, onlardan daha iyi oynar hâle geldiğimiz çeşitli hîle ve dolaplarla, ikbâlle köşe kapmaca oynadık. Milletin malı, kanı, canı, şerefi bahâsına kazandığımız istiklâli, kazandığımızı sandığımız anda kaybettik. Şerefli ordunun bütün hasenâtını, o müessesenin dizginleri ile birlikte, birkaç şahsa kaptırdık. Hizmette, külfette, zahmette baş rolde olan millet; hükümde, ni’mette, râhatta unutuldu. Milletin efendisi, hâkimiyetin sâhibi, imtiyâzsız, sınıfsız vatandaşlar nutuklarda; onlar koltuklarda kaldı.

Zaman bir çizgi gibi düz gitmedi. Devrân döndü. Dün bizi Anadolu’ya gömmek isteyen Batılılar, bugün—sebebini henüz tam olarak anlayamadık amma—koltuktakiler ile nutuktakilere yer değiştirtmek istediler. Ortalık onun için toz duman oldu. Göz gözü görmez oldu. Bu fırtınanın arkasından rahmet bulutları topraklarımıza bereketli yağışlar bırakacak. Şanlı ecdâdın mazlûm ve mahzûn evlâdı çektiği meşakkatlerin karşılığını görecek. İnsâniyete ve İslâmiyete yakışır bir hürriyet içinde, dünyâya sulh, sükûnet, fazîlet, saâdet tevzîinde vazîfe alacak.

“Nasıl böyle kat’î söyleyebiliyorsun?” diyenlere verilecek cevâbım, Hz. Üstâd Bedîüzzaman Saîd Nursî’den: “Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdâm ettiği ve ona bayraktâr ta’yin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemâatini, muvakkat ârızalarla İnşâallâh perîşan etmez. Yine o nûru ışıklandırır ve vazîfesini idâme ettirir.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*