Azarlamak

Image
Yetiştiğimiz topluluğun ortak özellikleri hâline gelen ve ferdlerin iliklerine kadar işleyen bir takım huylar vardır ki, düzeltilmesi pek büyük bir gayret ister. Bunlardan bir tânesi de, güçlünün kendisinden zayıfı herhangi bir şekilde paylamasıdır.

 
Âileden başlayıp, sokaktan mektebe, işyerinden resmî dâireye, asker ocağından mahkemeye, câmi’den ilmî toplantıya uzanan bir sâhada sık sık karşılaşılan bir durumdur bu…

Herhangi bir ölçüsü yoktur azarlamanın: İstendiği zaman, istendiği şiddette uygulanabilir! Yeter ki, muhâtab yeterince zayıf olsun… Aksi halde, paylama geri tepip iş kavgaya dönüşebilir. Kazak erkek, yatıkbaşlı eşini çekinmeden azarlar; bilir ki, Allâhu Teâlâ’nın bu lâtîf emâneti sesini çıkarmayacaktır. Kızgın anne, çocuğunu her tondan sesle paylar; çocuğun kendisine olan ihtiyâcı devâm ettikçe karşılık vermesi mümkün değildir.

Haklı veyâ haksız yere azar işiten talebenin hocasına diyeceği bir şey olabilir mi? Gözleri yaşarsa da, sopa yemediği için sevinmektedir belki de… Patronun azarladığı işçinin, işinden olmadığına sevindiği gibi… Devletin otoritesini temsil ettiğinden emîn olan bir polis, bir subay, bir müdür, bir hâkim, bir vâli muhâtabını haşlamakta yüzde yüz haklı değil midir? İçindeki fırtınaları dışarıya aksettirmemek için büyük bir cehd sarf eden kişi, yediği azarı bir altına intikal ettirmeden rahatlayabilir mi sanıyorsunuz?

Üstünlük kuruntusundan ve eksiklikleri başkalarına yüklemek arzûsundan doğan bu hâl, binlerce yıllık geçmişin ruhlarımıza nakşettiği, haksız ve nâhoş bir fiildir. İtâbın ister fâili, ister muhâtabı olalım, netîce i’tibariyle ma’neviyâtımızdan bir şeyler alıp götürmektedir. Noksanların giderilmesi bu yolla olmamalıdır.

Kötülüklerin önlenmesi ve zulmün ortadan kaldırılması için tatbîk edilen, adlî merci’lerin meşru’ hükümleri başka bir vâkıadır. Onların da hüküm verirken, tamâmen hukûka dayanması, keyfîlikten ve şahsî hislerden ârî olması şarttır. Hüküm verenlerin ve bu hükümleri infâz edenlerin kendi görüş ve duygularını işe karıştırmaları, adâlete yapılabilecek en büyük kötülüktür. İnsanların adâlete olan inancını yok eder. Hukûkî müesseseler yerine, ihkâk-ı hak gibi nefsî ve indî yollara başvurmaya yol açabilir. Zulüm önleneceği yerde artar, katlanır.

Bizim devlet geleneğimizde âmirlerin astlarını azarlamaları olağan görülegelmiştir. Mutlâkiyet bitmiştir; insan hak ve hürriyetlerine değer veren bir sisteme geçilmiştir. Ama, maalesef, demokrasinin adı var, kendi yoktur. En demokrat bilinen şahsiyetlerin, farkında olmadan etraflarını payladıkları görülmüştür. Bu konudaki tenkitler kulaklarına gittiğinde de, “Ne olmuş ya’nî?!.” edâlarıyla taraftarlarından destek beklediklerine şâhid olmuşuzdur…

Halbuki, insanların imtisâl etmeleri gereken gerçek rehberlerin hayatlarında böyle sahneler görülmemektedir: Hz. Peygamber (asm), en hoşlanmadığı durumlarda dahî, hisleri yüzünden belli olsa bile, diliyle itâb etmemiştir. Gerçekten O Zât’dan alınacak nice güzel örnekler vardır! Diğer peygamberler için de aynı durum sözkonusudur. Enbiyânın yolundan giden Allâh dostlarının da, insanlara rıfk ve şefkatle muâmele ettiği gözlenmektedir.

Bilhassa Hakk’a ve hakîkate hizmet edenlerin bu nefsî hazdan mutlaka vazgeçmeleri elzemdir. Câmi’de vaaz eden bir hocanın cemâati ve câmi dışındakileri azarlayarak tebliğde bulunması mümkün değildir. Kelimelerin kendisi paylama ifâdeleri taşımasa bile, ses tonu ve beden dili bu hissi uyandırmamalıdır. İrşâd, aklı uyandırıp duyguları müteessir etmekle olur. Bu da, karşıdakileri hedef alarak değil, nefsini muhâtap kabûl ederek mümkün olabilir. Kimseye hissettirmesek bile; rûhumuzda, aklımızda, nefsimizde nasîhatımızın başkalarının eksiklerini ortaya koymak nâmına yapıldığını bilmemiz, sözümüzün nâfiz olmamasına yeter de, artar!

Hele, herhangi bir vazîfe ile mensûp olduğumuz cem’iyyeti temsîlen etrâfımızı azarlayıp duruyorsak, bilhassa dikkatli olmalıyız. Bu hatâlı davranışımız şahsî kalmayıp, alâkalı olduğumuz müesseseye sirâyet edecek ve en fazla ona zarar verecektir. Vezir değil pâdişâh, bakan değil devlet, savcı değil mahkeme, hâkim değil hukuk, profesör değil ilim, hoca değil dînî kurumlar, onbaşı değil ordu, baba değil âile yara alacaktır.

Ayıplı nefislerle ayıpsızlık, mükemmellik örneği olunamaz. Kusurlarını görmeyen ve islâh edemeyen başkalarının kusurlarını gideremez. Zorbalıkla insanlar ikna’ edilemez. Çatık kaş, sallanan parmak, sıkılan yumruk, hışımlı bakışlar, yükseltilen ses geçici bir zaman belki karşısındakini sindirebilir; susturabilir. Fakat ne islâh eder, ne irşâd eder, ne ikna’ eder! Susmak her şeyi kabûl etmek değildir…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*