Mis gibi toprak kokuyor her yer. Bahar bahçelerinden geçtik bu sabah… Toprak ki, mayamızdır, toprak ki, hayat kokan, insan kokan… Üstünde taşır bizi… Geçtik gözlerimizle okşaya okşaya ağacı ve toprağı… Ne kadar da hasretlenmiş yüreğimiz bahara.
Her mevsim güzeldir, ama bahar bir başka… Bahara hasret, bahara sevda bir başka…
Her mevsim çağırır, ama bahar çağırmakla kalmaz, bahar bağırır. Bağrından çıkanı bağrına basmak için bahar çağırır. Bu çağrıyı duymayan ya kör ya da sağır…
Bahar bahçelerinden geçtik bu sabah. Konuştuk ağaçlarla, kuşlarla… Kış, kışlık ibadetini yaptı ve gidiyordu. Ama hiç üzmedi bu kış. Bahara yerini bırakıyordu. Bilelim bilmeyelim, duyalım duymayalım, her şeyin bir duası var, bir dili var her şeyin…
Dua, istemekten daha öte bir şeydir her halde. Söylemekten de öte bir şey. Bizzat istemek de duayı güzel kılmaya yeter. Kim, neyi isterse istesin, kim neyi dilerse dilesin, dua edişin ve dileyişin kendisi bile insanın istediği şeyden çok daha değerlidir. Anladım, onlar Allah’tan gayrısından bir şey istemiyorlar. Ne istiyorlarsa, tek olan, bir olan, ne istediklerini bilen, devamlı veren Allah’tan istiyorlar.
Ağaçlar devamlı duada… Dallar, eller gibi devamlı açık, devamlı duada… Bu kadar açılan ellere, bu kadar isteyen ellere cevap gelmez mi sanıyorsunuz? Ağaçların kollarına doğru öylesine bir atılasım geliyor ki sormayın. Hani şu kırlarda, patika yollarda son hızla koşan çocuklar vardır ya, aynen onun gibi…
Bir ağacın altında oturup dallarıyla beraber duaya durmak istedim bu sabah. Ağaçları dinlemek, onlara misafir olan kuşları dinlemek istedim… Küçük bir tabure de olmalı. Yerler ıslak. “Yazın yaşa, kışın taşa oturma.” demiş ya atalarımız. Bir ibadet yaparken, diğer yandan da hayatımızı incitmeyelim. Yeni yeni ısınıyor daha yerler.
Baharda kıyamdayız, yazda rükûda, sonbaharda secdedeyiz, kışın kâdedeyiz. Mevsimlerde namazdaki dört hâli vardır mü’minin. Mevsimler bize, biz mevsimlere çok benziyoruz.
Delice, çılgınca bağırasım geliyor: “Çıkın evlerden, haydi çıkın dışarıya, bahar çağırıyor. Yaman bir bahar geliyor, yaman mı yaman… Bilesiniz, göresiniz diye geliyor, kimdir gönderen, kimdir yaratan? Bilesiniz diye…”
Elinde nesi varsa bir kenara fırlatıp, bu çağrıya kulak verme zamanıdır insanın. Tarlalar coşmuş, bahar halıları serilmiş. Bizi, yeryüzü misafirini bekliyor. Gidelim, görelim, şahitlik edelim diye bizi bekliyor bu güzellikler…
Ölmedinse uyan ey gönül! Bizi bekliyor, papatya, gül, lâle, sümbül.
Nasıl da mevsimini şaşırmıyor? Nasıl da vaktini biliyor? Baharı kim gönderiyor? Dalları çiçeklerle kim donatıyor?
Allah’tan uzak kalınca insan, baharı da görmez oldu, çiçeği, dalı da…
Bak, taşlar yeşermiyor, ama bahçeler, ağaçlar yeşeriyor. Bak, taşlar öylece duruyor. Mevlânâ:
“Bin bahar görse taş yeşermez” diyor. Sen neredesin ey nefsim? Nelerle oyalanıyorsun? Bak ne diyor Bediüzzaman:
“Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.” (Mesnevî-i Nuriye, 124) Taşa benzeme mevsimi değil, taşlaşma zamanı değil. Gözlerde yaş, gönülde aşk, koşa koşa baharın kucağına atılma vaktidir. Bu kadar büyük ve hayret verici bir değişiklik, nasıl da bu kadar kolay yapılıyor? Bütün bunlar, imanın nuruyla anlaşılıp biliniyor. Yine öyle diyor Mevlânâ:
“Ot, arpa yersen kurban olursun; Allah’ın nurunu yersen Kur’ân olursun.” Evet, bu kadar esrarengiz değişiklikler sadece ağaçlara hayat gelsin, çiçek açsın, meyve versin diye değil her halde. Mahşerin provası yapılıyor, dirilişin her nevî örnekleri sergileniyor. Ve insan olan bitenden ders alsın diye, Rabbimiz her an nice hayret verici değişiklikler yapıyor. Binbir isminin tecellisini gösteriyor.
Ağaçlar dirilirken, dallar rengârenk çiçek açarken, sen susarsan, sen dile gelip konuşmazsan yazık değil mi ey insanoğlu? Ağaçlar dirilip coşsun da, dallar çiçekleriyle konuşsun da, insan öylece kalakalsın, sussun, hiç konuşmasın, yakışır mı? Ey kâinatın en güzel sesli ve en belâgatlı nâtıkı, en güzel konuşanı… Kâinat konuşsun, insan sussun, olur mu hiç?! İnsan olan bir insana bu yakışır mı hiç?
Bahar bahçelerinden geçtik. Ve duyduk anne toprağın sesini… Yüzümüzde hissettik baharın nefesini.
Bu mevsimde her yer, renk renk çiçeklerle dolu. Ama çiçeklerin içinde bir çiçek var ki, en gerçek çiçek o. Güller mevsimidir şimdi. İlk önce kızılcıklar çiçek açıyor, sonra da erikler ve diğerleri takip ediyor. Gariptir… İlk çiçek açan kızılcık, en son meyveyi veriyormuş. Baharın ilk habercisi, kızılcığın çiçekleri oluyormuş. Öyle diyor bir bahçıvan. Donanmış dağlar, bağlar. Her yer donanmış çiçeklerle. Çiçeklerin içinde en gerçek çiçek, güllerle… Güller ki, baharın öğle vaktinde, orta bir zamanda yüz gösterirler, boy atarlar, renk verirler, ‘Buradayız’ derler.
Baharın salâvatıdır güller… Çiçeklerin efendisidir güller. Duaların en yücesidir salâvatlar. Efendimiz için, Onun için… Baharın salâvatıdır güller… Güller gibi dualarla, bahar sabahlarından, bahar bahçelerinden geçtik bu sabah ve dilimizde salâvatlarla…
Ne güzel diyor Hz. Ali Efendimiz (kv) Nechü’l Belağa’da: “Allah’tan bir dileğin varsa, Resulüne salâvat getirerek başla, sonra ihtiyacını iste. Allah, kendisinden iki dilekte bulunulduğunda, birisini yerine getirip diğerini yerine getirmemezlik etmeyecek kadar cömerttir.”
Çiçekleri saksılarda gördüğümüz yeter. Bir de baharda görelim çiçekleri. Tarlalarda, bahçelerde görelim… Nasıl da yeryüzü Rabbimizin sonsuz merhametine mazhar olmuş. Nasıl susamış bağlar, bahçeler ağaçlar rahmete, nasıl hasret kalmış bahara, bir görün hele…
Bahar, sırrı asla açıklanmayacak olan coşkulu bir duygu ve ulvî bir haz veriyor insana. Umarım yanlış anlaşılmaz – belki de âşıkane ve cezbedarâne, ilahî bir haz veriyor.
Baharın sırrı derindir. Kim ayak basarsa baharda bahçelere, kim koşarsa ağaçlara, bir annenin dizi dibinde gibi ağaçların eteğinde oturursa eğer, o esrarengiz gücün içine, damarlarına yayıldığını hisseder. Ruhunun da dalga dalga açıldığını hisseder… İçinde korku kalmaz toprağa girip yatmaktan, toprağa girip karışmaktan. Anne toprak bağrını açtı mı, o kutlu sandık, o gizli hazine bir açıldı mı, işte böyle daha nice cevherler çıkar, böyle daha nice inciler saçılır ağaçların dallarına çiçek çiçek asılır. Hepsi O’ndan, hepsi Allah’tan..
Hangi hazineler, hangi gizli defineler daha zengindir acaba baharın getirdiğinden?
En yakın ağaçtan, en uzak dağların tepesine kadar nasıl bir kalem, nasıl bir kudret eli işlemiş, ince bir hatla nasıl her yeri bembeyaz etmiştir… Hayret ki hayret!…
Bahar ruhuma, ruhum bahara yakışıyor. Baharla nefes alıp, baharla nefes vermek istiyorum. ‘Hû’, ‘Allah’ demek istiyorum baharla. Bazen o kadar kolay çıkıyor ki bu cümleler ağzımdan, inanamıyorum… Baharı ruhuma sevdiren Allah, kendini baharla sevdiren Allah, bahardaki mevcudatla sevdiren Allah, şefkatini, sevgini dantel dantel ağaçlara, çiçeklere işlediğin gibi, ruhuma da nakşediyorsun.
Hâlâ ağaçların çiçek açtığını sanıp duruyor insan. Hiç insanın içinde çiçekler açmadan dallarda çiçek açar mı dersiniz? İçinde olmayan bir şeyi dışında duyar mı insan? Bahar budur işte… Bahar içimizde başlar. Bunun için insanı çağırır, bunun için bahar çağırmaz, bahar bağırır: “Ben elçiyim Allah’tan. Gel, senin de bir yerin var aramızda, gel katıl bu zikir halkasına, sen de atıl, durma, sen de katıl.”
Baharın salâvatıdır güller. Baharın duasıdır çiçekler.
Bahar bahçelerinden geçtik bu sabah. Dâvetini aldık, çağrısına uyduk da geçtik bu sabah… Dilimizde bir hayret ifadesi:
“Allah Allah, Sübhanallah, Maşallah, Barekallah…”
Sözümüzü, bahar bahçelerinden bir bahar kadar, bir güldeste-i marifet alıp gelen o bahar yolcusuna, aziz Üstadımıza bırakalım:
“Yani, güyâ çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasîdedir ki, o kasîde Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşâd edip, şâirâne lisân-ı hal ile söylüyor.
Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış; tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acâib-i san’atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.
Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resm-i geçit-misâl bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenâtla süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli, ona ihsan ettiği hedâyâyı ve letâifi ve âsâr-ı nurâniyesini müşâhede etsin. Hem meşher-i san’at-ı İlâhiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaât-ı rahmetini enzâr-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazîneler bulunduğunu ve ihsanât-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defîneler var olduğunu göstermekle, kemâl-i kudret-i İlâhiyeyi göstersin.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, 550)
Evet, bahar içimizde başlar…
İnsan baharı önce içinde duyar. Ve içindeki bahar sonra dışına taşar. İnsan baharı önce içinde yaşar. Bahar içimizde başlar.
Benzer konuda makaleler:
- Risale-i Nurla Kur’ân’a hizmet
- Bahar Duası
- Şimdi gül mevsimi
- Baharın ucu görünmeye başladı…
- Kuşların Zikri
- Güz gülleri
- Bir bahar inkılâbı daha
- Gençliğine de güvenme, ölen hep ihtiyar mı?
- Sultan nevruz
- Buğulu gözler
Asıl ismi Hüseyin Adnan Şengörür olan Selim Gündüzalp, 1954 yılında Adapazarı’nda dünyaya geldi. Sırasıyla Adapazarı Kurtuluş İlkokulu’nu, Adapazarı Merkez Ortaokulu’nu ve Adapazarı Lisesi’ni okudu. 1979 yılında, Marmara Üniversitesi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nden mezun oldu. 1968 yılında, ortaokul öğrencisiyken, günlük bir gazetenin tertip ettiği, bir şiir yarışmasıyla yazı hayatına başladı.
EuroNur, Yeni Asya ve Zafer Dergisi ile birlikte pek çok basılı ve internet medya organında yazıları yayınlanan Selim Gündüzalp, pek çok ulusal ve yerel TV ve radyo kanalında programlar yaptı, geniş kitlelere ulaşma imkanı buldu. Yurt içinde ve dışında, sayısız seminer, konferans ve sohbet programları ile okuyucusu ve dinleyicisi ile buluştu.
Hayatı boyunca, yazan, anlatan ve ömrü dava aşkı ile dolu dolu geçen Selim Gündüzalp, 12 Eylül 2017 tarihinde geçirdiği bir kalp krizi neticesinde 63 yaşında iken aramızdan ayrıldı.
Allah rahmet eylesin…
İlk yorum yapan olun