“Bandrol” emr-i vakisi ve Risaleleri tağyir ve tahrif…

Tahrifat, en evvel telif hakkını ve hukukunu gasbetmeye cür’ettir. “(Nur Risâlelerinin) Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka merciî yoktur. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor” hakikatini tağyir ve tahriftir ki kimsenin buna yetkisi yoktur.

“KEMALİZM, İNKILAB SOFTALARI VE DÖNMELERİ”NE DAİR HÂŞİYENİN ÇIKARILMASI

Yine aynı yayınevinin bastığı aynı kitabının (Münâzarât), 75. sahifesindeki “Nasıl iyilikten fenâlık gelir?” sualine, “Muhali taleb etmek, kendine fenalık etmektir. Zerratı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla mâsum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meyl-üt tahrib ile o sureti bozmağa çalışacak” cevabının sonuna Bediüzzaman’ın yazdığı “hâşiye” de silinmiş. Adı geçen yayınevi dışında hâlen bütün yayınevlerinin basın neşrettikleri Münâzarât’larda bulunan “hâşiye”deki, “Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizm ve inkılab softaları ve dönmeleri görmüş gibi haber veriyor” ibâresi kaldırılmış.

Her iki hâşiyede “mason ve dönmelerin ve bolşevizmi isteyenlerin cem’iyeti” ile “bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hâkimiyeti”nin gaybî ihbarı”nın ve “Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizm ve inkılab softaları ve dönmeleri” tâbirlerinin çıkarılması dikkat çekici.

Bu tağyir, Bediüzzaman’ın “Ceylan! Bu mahremdir. Bak, sonra yırt! Ben mânevî bir ihtara binâen bir pusula Feyzi’ye yazdım. Sen onu gördün mü? Sen anla ki o ne ile meşguldür. Bir cevab vermedi. Başka lüzumsuz şeyleri yazmış. ‘Nurları bir mecmua ile neşredeceğiz’ gibi mânâsız şeyler yazdı. Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin” ikazınını hak ediyor.

Sonuçta, eser sahibinin yapmadığını yapmak, kesinlikle sakındırdığı “değiştirmeye” kalkışmak, her şeyden önce hayatında eserine son şeklini veren “Bize mânen izin verilmedi” diyen ve “kendisinin bile kalem karıştırmaya hakkı olmadığını” bildiren müellife saygısızlık, te’lif hakkını ve hukukunu gasbetmektir…

TAĞYİRLE “RİSÂLE-İ NÛR’UN LETÂFET-İ ASLÎYESİ”DEN KOPARILMASI…”

Bundandır ki “bandrol yasağı”nın arka plânında zihinlerde endişeli istifhamlar üşüşüyor. Ve bu istifhamlar, Kur’ân’ın feyzine dayanan sünûhât (kalbe doğan bilgiler) ve ilhamât ile (gelen ilhamla) telif edilen Kur’ân’ın parlak bir tefsiri Risâle-i Nur”u tağyiratı sözkonusu ediyor.

Zira tağyirat, Bediüzzaman’ın Risâleler için açıkça dile getirdiği, “büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y (çalışma) ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda te’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risâlelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor” izâhıyla mâhiyetini izâh ettiği “Risâle-i Nûr’un letâfet-i aslîyesi”den koprılmasıdır.

“Risâle-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’âniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir sûrette isbatı, çok kuvvetli bir işâret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünkü hakaik-i îmaniyye ve Kur’âniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde (anlamakta) aczini itiraf etmiş, ‘Akıl buna yol bulamaz’ demiş. Onuncu Söz Risâlesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor” hakikati, tağyir ve tahrife karşı açık bir ikazdır. (Konferans, 56; Mektûbat, 372)

Keza “İşte (…) bu hârika teshilât (kolaylık) ve suhulet-i beyân (ifâdedeki ve açıklamadaki kolaylık) elbette bilâşüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîm’in i’câz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır (yansımadısır)” ibâresinin anlamı da budur. (Mektûbât, 373)

Yine “Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki (Risâlelerdeki) hüner ve zarâfet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’âniyenin mübârek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki (gaybî eldir ki), o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız” hulâsası da bu mânâya mâtuftur. (Mektûbat, 383)

“KİMİN HADDİ VAR Kİ, BİR KELİMESİNE İTİRAZDA BULUNSUN!”

Aslında tağyirat ve tahrifat, en evvel telif hakkını ve hukukunu gasbetmeye cür’ettir. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden ilham olunan zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlere hürmetsizliktir.

“Nur Risâleleri, sair telifat gibi ulûm ve fünundan (fenlerden) ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka merciî yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor” hakikatini tağyir ve tahriftir ki kimsenin buna yetkisi yoktur.  (Şuâlar, 612)

Zira “Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabiliyor.” Şüphesiz, Risâle-i Nur’un icra ettiği bu muazzam tesirin en mühim bir sebebi de, nur-u imân, feyz-i Kur’ân, lütf-u Rahman’ın medet ve inâyetiyle ihsân olunan lisânındaki intizamkârane ve îcazdârâne vaziyet-i fıtriyesidir.” (Emirdağ Lâhikası, 85) Buna el uzatmak kimsenin harcı değildir.

“Risâle-i Nûr âhize (alıcı) ve nâkile (nakledici, verici) ile mücehhez bir radyo-yu Kur’âniyedir ki, onun satırları, kelimeleri ve harfleri, tel, lâmba, ayna ve bataryaları hükmüne geçmiştir.” (Emirdağ Lâhikası, 85) Kimin haddine düşmüş ki, bu “bast”ı, ibâreleri, tertip ve tanzimi bozsun!

Bundandır ki, Bediüzzaman’ın talebesi Hüsrev Altınbaşak, “Kimin haddi var ki Risâlelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın. Veyahut bir cümlesini tenkit etsin. Veyahut bir kelimesine, hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun…” diye yazar. (Barla Lâhikası, Envar, 353) Bediüzzaman’ın “birinci talebesi” İbrahim Hulûsî, “Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günâh işliyorum telâkkî ediyorum” diye sakındırır. (Barla Lâhikası, 51)

Ve yine bundandır ki, Bediüzzaman, “Kur’ân’ın emsâlsiz bir tefsîri” diye târif ettiği Risâle-i Nur’un tahrifatına asla râzı olmaz. Bunun sebebini hikmetleriyle eserlerinde bizzat eserlerinde yazar ve yakın talebelerine açıkça ifâde eder.

Özetle, hangi sâikle olursa olsun, tahrifat fevkalâde vâhim bir hata ve vebâldir. Ve hiçbir gerekçeyle buna müsaade edilmez ve mâzur görülmez…

Ve Şuâlar’ın sonuna uyduruk “mehdiye maddesi”!

“Münâzarât”taki hâşiyelerin silinmesi benzeri bir diğer hatalardan biri de –tepkiler üzerine sonradan kaldırılsa da- Söz Basım Yayım’ın basıp satışa Risâle-i Nur’un bir diğer kitabı “Şuâlar”ın sonuna Risale-i Nur’un esaslarına ve kitaptaki hakikatlere tamamen muğayir vahim “bilgiler”in eklenmesi.

Baskı-cilt Nesil Matbaacılık, Ekim 2004 – İstanbul, 3. baskı “terimli, lügalı, kaynaklı, indeksli Şuâlar” kitabının sonundaki “bilgiler” bölümünde 1049. sayfasına konulan “Mustafa Kemal” maddesine, kitaptaki mânâların hilâfına hayret verici dehşetli isnadlar dercedilmiş.

“1881 yılında Selanik’te doğdu… 10 Kasım 1938 tarihinde, İstanbul’daki Dolmabahçe Saray’ında öldü” cümleleri arasında M. Kemal’in kronolojik hayatı anlatılmış. “Babasının adı Ali Rıza, annesininki Zübeyde idi” diye devam eden metinde, Selânik Askerî Rüşdiyesi, İstanbul Harp Akademisi’ne, Yüzbaşı rütbesi ile 7. Ordu emrine atanmasından 1907’de Selânik’te bulunan 3. Ordu’da görevlendirilmesine kadar ayrıntılarla sıralanmış.

13 Nisan 1909’da İstanbul’da meydana gelen II. Meşrutiyet’e karşı “31 Mart isyanı”nı bastıran “Hareket Ordusu’nun kurmay başkanı olduğu”ndan, “Çanakkale harplerine katılması”ndan, “Anafartalar Grubu Komutanlığı ve “Yıldırım Grupları Komutanlığı” peşpeşe övgülü ifâdelerle yazılmış.

Akabinde Padişah tarafından 9. Ordu müfettişliğine görevlendirip 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığı, devamında Erzurum ve Sivas Kongreleri, “24 Temmuz 1923’te ‘Lozan Barış Antlaşması’na kadar süren Kurtuluş Savaşı’nı yürüttüğü, 23 Nisan 1923 günü büyük şenliklerle birlikte Cumhuriyet ilân edildiği ve Mustafa Kemal ilk Cumhurbaşkanı seçildiği” eklenmiş…

“MECLİS’TEKİ BEYANNÂME”DEN BAHSEDİLMEZ!

Ne var ki, M. Kemal’in “dinden tecrid inkılâpları”ndan tek kelime söz edilmez. Ayrıca ne aralarında M. Kemal ve Maraşal Fevzi Çakmak’ın da bulunduğu, özellikle Van Valisi Mebus Tahsin Bey ve Millî Müdafaa İmamı ve Alay Müftülerinden Nuri Efendi gibi eski mebus ve İstanbul’daki âlim ve Millî Mücadele arkadaşlarının dâvetlerini, “Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum, siper arkasına saklanmak hoşuna gitmiyor” diye reddeden Bediüzzaman’ın sayıları onsekizi aşan ısrarlı dâvetler sonucu Kasım 1922’de Ankara’ya gelişinin mânâ ve maksadı anlatılmaz.

Yine Bediüzzaman’ın Teşrin-i Sani 1338 (22 Kasım 1922) Büyük Millet Meclisi’ni ziyaretindeki “hoşâmedi (hoş geldin) merâsimi”nin Meclis zabıtlarında (Meclis Ceridesi, cilt: 24, sahife: 457 ve Rumî 9 Teşrin-i Sani 1338 tarihli yeni yazıya çevrilen “yevmiye tutanağı”) kayıtlı olduğundan bahsedilmez. Meclis’te büyük tezahürat ve taltiflerle alkışlanarak karşılanmasından, 1 Şubat 1923’te Meclisi ve mebusları ve kumandanları namaza ve İslâmın emir ve gereklerini yerine getirmeye dâvet eden tarihî on maddelik beyânnâmesinden de.

“Beyyannâme”de Kuvayı Milliye’nin mânâsına, kazanılan zaferin ruhuna ve İstiklâl Harbinin şehid ve gazilerin dâvâsına ve duasına aykırı olduğunu belirten ve din dışı yanlış gidişâtın başta millî mücâdele olmak üzere elde edilen başarılarını boşa çıkaracağını, “nimeti nıkmete (azaba, nimetsizliğe) çevireceği” ciddî ikazlarına da yer verilmez.

Bediüzzaman’ın “Meclis-i Mebusanda (Birinci Mecliste) dine karşı gördüğü lâkaytlık ve Garplılaşmak (Batılılaşmak) bahanesi altında Türk milletinin mefâhir-i tarihiyesi (tarihî iftihar vesileleri) olan şeâir-i İslâmiyeden (İslâmî esas ve alâmetlerden) bir soğukluk gördüğü için, meb’usların ibâdete, bilhassa namaza müdâvim olmalarının (devam etmelerinin) lüzum ve ehemmiyetine dair neşredip dağıttığı” ve Kâzım Karabekir Paşa’nın M. Kemal’e okuduğu “beyânnâme”deki ihtarlarına rağmen, M. Kemal ve “Ankara reisleri”nin bu ikazların aksine “yeni rejimi” dayatmaya devam ettikleri bilgisi de verilmez. (Tarihçe-i Hayat, 218-219)

Bediüzzaman’ın Peygamberî metodla, “fesâdın halka sirâyet etmemesi ve herkesin kendini tahâffuzu (koruması) için” dinden tecrid (din dışı inkılâp kusurları uygulamalarının) fenâ akibetini ilân eden “inzar ve tebliğ” mânâsındaki vazifesine de dikkat çekilmez. (İşârât’ül İ’câz. 94-95)

“ANKARA REİSLERİ”N CİDDÎ İKAZDAN SÖZ EDİLMEZ!

“Bediüzzaman’ı M. Kemal’le barıştırma” hesâbına yeltenilen tağyirler bununla da kalınmaz; Söz Basım Yayın’ın bastırdığı “Şuâlar” kitabının sonundaki M. Kemal’in hayatını anlatan mevzubahis “bilgiler” maddesinde, Bediüzzaman’ın Nur Risaleleri’ne ve lâhikalara koyduğu, Tarihçe-i Hayatı’nda ve bütün eserlerinde atıfta bulunduğu, hakkındaki hatıralardan ve mebus dostlardan bu konuda yazılmış ve kaydedilmiş bir dizi belgede yer alan, Ankara’da geçen yedi buçuk aylık dönemde M. Kemal’le karşılaşmasından riyaset odasındaki ve daha sonraki görüşmelerde yeni “inkılâbı âzimin (büyük inkılâbın) temel taşlarının sağlam olması gerektiği” hakikatli nasihatlarına rağmen, başta M. Kemal olmak üzere “Anakara reisleri”nin, dinden tecrid plânlarını tek tek tatbikata sokma istibdadına dair tesbitleri nakledilmez.

Bediüzzaman’ın Meclis’te on maddelik beyannâmesiyle başlayan, mebuslar, komutanlar ve devlet ricâliyle görüşmeleriyle devam eden sohbetlerinin ve derslerinin neticesinde dine karşı uyandırdığı alâkadan telâşa düşen “Ankara reisleri”nin ve gizli mahfillerin plânlarından, daha sonra çoğu hapishanelerde sayıları yirmileri aşacak “zehirlemeler”in ilki olan Ankara’daki “zehirleme”den de söz edilmez.

Halbuki Meclis’te tifo salgını bahanesiyle mebuslarla beraber aşılanırken Bediüzzaman’ın aşısına bir anda birkaç insanı öldürebilecek dozda zehir zerkedilerek zehirlendirilmesi, “Ankara reisleri”nin kendisinden rahatsızlığının en bâriz göstergesidir. Baştan beri Bediüzzaman’ı ilmen ve fikren mağlub edemeyip ortadan kaldırmak isteyen, 31 Mart hâdisesiyle alâkasını gösterip Divân-ı Harb-i Örfî’de ezmeye çalışan gizli din düşmanlarının sinsî imha plânlarıyla mason ve farmasonların desiselerinin devamıdır ve bir “bedeli”dir.

Bu hususta, Bediüzzaman’la M. Kemal’in Ankara’daki görüşmelerine, ne Meclis’te elli-altmış mebus içinde karşılıklı fikir teâtisiyle başlayan süreçte M. Kemal’in “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık; geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” sözüyle tırmanan tartışma; ne de Bediüzzaman’ın birkaç mâkul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur!” mukabelesi kaydedilir…

“Bediüzzaman ile Mustafa Kemal arasında, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı diyologlar gerçekleşti” denilir; ancak Bediüzzaman’ın, M. Kemal’le bütün bu görüşmelerinde daha İstanbul’da iken sezdiği bu “sinsî plânlar”a Ankara’da daha yakından şâhid olup teşhis ve tesbitlerini doğruluğunu teyid ettiği “teğet” geçilir…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*