“Bandrol” emr-i vakisi ve Risaleleri tağyir ve tahrif…

Bediüzzaman, risalelerin aslının muhâfazasını ister. “Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışıyla bir mesele değişir, mânâ bozulur” ikazında bulunur.  Tağyir ve tahrif etme, bazı kelimelerle oynama ve asliyetinden koparma girişimlerinin hiçbir mantıkî tarafı, mâkuliyeti ve meşrûiyeti yoktur ve olamaz…

“LOZAN’IN İÇYÜZÜ” LÂHİKADAN ÇIKARILMIŞ

Risale-i Nur’da tağyirat ve tahrifat bunlarla kalmıyor. Daha devletin uhdesine geçmeden bazı yayınevlerinin Risalelerden bazı bölümleri çıkarmaları, “bandrol verilmemesi”yle gündeme gelen husustaki endişeleri arttırıyor.

Bu açıdan Şahdamar Yayınları’ndan 2007 baskı tarihli Emirdağ Lâhikası II’deki tahrifatlar dikkat çekici. Sadeleştirme ile beraber bazı mektupların, parçaların, paragrafların çıkarılması göze çarpıyor.

Bediüzzaman’ın lâhikaya koyduğu, Yeni Asya Neşriyat’ın 277-279. sahifeleri arasında ve diğer yayınevlerinin baskılarında yer alan “Lozan’ın içyüzü” başlığı altındaki makaleden (31-33 sayfaları arasında),  mevzuun can damarını teşkil eden  kısımlar çıkarılmış.  

Dahası, Bediüzzaman’ın Büyük Doğu’nun 29. sayısından iktibas ettiği makalenin büyük bir kısmının çıkarılmasıyla da kalınmamış. Altına ilâve ettiği, “İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadis-i şerifin ihbarına dair beyân ettiği hadiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor” diye hadisin mânâsından yaptığı tasdik de konulmamış…

“ELBETTE PEK ACİP BİR MÂNÂ İŞ İÇİNDE VAR!”  

Aynı yayınevinin re’sen Risalelerden bazı bölümleri çıkarması ameliyesinde, Bediüzzaman’ın yine Emirdağ Lâhikası’na koyduğu birçok mektubun ve paragrafın indî olarak çıkarılmasıyla sürdürülmüş. Bu meyanda lâhikadaki “Lozan’ın içyüzü”nden 5-6 sayfa sonra Yeni Asya Neşriyat’ın 285-7. sayfalarında yer alan “[Mahkeme-i Kübrâ’ya Şekvâ ve Müdafaatın bir hâşiyesidir]” başlıklı mektup da bütünüyle çıkarılmış.

Doğrusu, “Aziz, sıddık kardeşlerim’; ‘Bu mealde adâletperver Demokratlara istida yazabilirsiniz” diye başlayan mektuptaki ibâreler, tahrifatın amacını ortaya koyuyor.

Çıkarılan ibârelerden birinin “…Risale-i Nur’un bir mahrem parçası, şimdiki zaman tamamıyla tayin ettiği bir hadîsin hakikatini tefsir bahsinde şeflerin başı Lozan Muahedesinde hiçbir zaman hiçbir Müslüman hakikî Türkü, hiçbir Nasrâniyete ve Yahudiliğe ve başka dine girmeyen ve İslâm kahramanı olan Türkleri Protestan yapmaya mâlûm Hahambaşı ile ittifak ederek rey veren o adam, bütün ulemâ-i İslâmın ‘cevazı yok’ diye ittifaken hükmettikleri halde, on cihetle kanunlarla onu bütün bu vatandaki mâsum Müslümanlara cebren giydirdiği târih-i beşerde bu çeşit mânâsız acîb bir cebr-i umumî yapmak ve hiçbir kanuna uymayan keyfî kanun nâmına kanunla onu bu millet-i İslâmiyeye cebren giydirmek; elbette o adama, o Lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini ispat etmiş ki, din-i İslâma gayet muzır olarak hadîsin haber verdiği haber verdiği adam bu zamanda o şeftir” cümleleri, tahrifatın maksadını açığa çıkarıyor.  

Keza “İşte hakikat böyleyken, Afyon Mahkemesi, adâlet nâmına değil, belki o ölmüş adamın muhabbeti taassubuyla, eski harfle de neşredilen kararnamenin âhirinde, bizi mahkûm etmek için en mühim sebep savcının garazkârlığı sebebiyle mahkeme heyeti demişler ki: ‘Said ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e din yıkıcı, süfyan demişler ve kalblerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar. Onun için mahkûm ediyoruz” ifâdeleri de bu bakımdan çarpıcı.

Peşinden “Acaba ölmüş gitmiş bir adamın şahsına karşı bin defa böyle itiraz da olsa umumî bir dâvâ oluyor. Mahkeme-i adâlet buna dair böyle bir hükmü vermek, elbette pek acip bir mânâ iş içinde vardır” imâsı ile  “şimdi bütün millet, adâlet ve şefkat ve diyânete hizmet bekledikleri Demokrat hükûmeti zamanında, eski müstebitlerin dehşetli plânlarıyla Risâle-i Nur’a karşı garazkârlarının keyfine bırakmak, Demokrat hükûmeti aleyhinde büyük bir hıyanettir. Ve milletin tesellî-i ümidini kırmaktır” ikazlı cümleleri de…

Yine aynı yayınevinin “Emirdağ Lâhikası”nda 92. sayfasında 272. mektup olarak belirtilen, Yeni Asya Neşriyat’ın 295-6. sahifelerinde bütünüyle yer alan “Mahkeme-i Kübrâya şekvâ ve müdâfaâtın bir hâşiyesi olan parçanın hulâsasıdır” başlıklı mektubun sadece ilk üç satırı yazılmış, bir sayfalık mütebâkisi hazfedilmiştir.

Kısacası, yapılan tahrifli tercüme ve sadeleştirme tasarrufunda vahim hatalar işleniyor. Bediüzzaman Araştırmacısı Abdülkadir Badıllı’nın da ifâdesiyle, “Hz. Üstadın muradına mugayir şeyler, onun kastedemediği manalar yerleştirilmiş.” Bu durum, “Bediüzzaman Hazretlerinin âli üslûptaki belâgatli, ahenkli, tesirli ve nurlu kelimatını, basite indirgiyor.”

MÜHİM HAKİKATİN KETMEDİLMESİ…

Risale tahrifatları, sadece Emirdağ Lâhikası’nda değil. “Saidler Forum Nurcu Forum Risale Forum”un “Risale tahrifatı” araştırmasıyla, yine Şahdamar’ın 2006’da bastırdığı Kastamonu Lâhikası’nda da yapılmış. Öncelikle lâhikadaki ekser mektup başlıklarında bulunan “Bismihi subhanehu ve in min şey’in illa yüsebbihu bihamdihi” ve emsali âyetten muktebas duâlar tamamen çıkarılmış. Yine çoğu âyet hadis ve Arabî ibârelerin orijinal metinlerini kaldırılıp yerlerine sadece meâllerinin yazılmasıyla iktifa edilmiş

Ayrıca, orijinal metinlerin yoğunlukla sâdeleştirilmesinin yanı sıra, hemen hemen her paragraftan sonra, çoğu Risale-i Nur’un dışından kısa ve uzun izâhların yapılması tam bir fecaat. Ve mektupların sonlarındaki “Duânıza muhtaç Said Nursi”, “Kardeşiniz Said Nursî” ve benzeri Bediüzzaman’a ve Nur Talebelerine ait imzaların kaldırılması da bir diğer fecaat. Ayrıca, bazı mektupların yerlerinin değiştirilmesi, takdim ve tehirleri bir yana, Bediüzzaman’ın bazı mektup başlarına koyduğu, “Nur iskele memuru Sabri kardeş!”, “Nur fabrikası nam sahibi Hâfız Ali Kardeş!” benzeri tavsifatların silinmesi de ayrı bir garabet.

Bütün bunlarla beraber, vahim sehivler de yapılmış. Meselâ Bediüzzaman’ın nutkunun baş tarafına, “Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadime hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı umûmiyede arayan ve istibdadı arzu edenler ‘ya leyteni küntü türâben” demeye başladılar…” diye yazar. Ne var ki bu cümlenin son kelimeleri, sadece “Keşke toprak olsaydım’ âyetini okumaya başladılar” olarak kısaltılıp eksik bırakılır. Özetle, bazı mektup ve metinlerin çıkarılmasının yanı sıra, fevkalâde önemli bazı mektupların çıkarılması ve meselenin temelini teşkil eden metinlerin bir kısmının kesilmesi,  tahrifatın dehşetini gösteriyor…Ve bütün bu tesbitler, tağyirat ve tahrifatın Bediüzzaman’ın “Nurun birinci talebesi” dediği İbrahim Hulusi’nin “Bir harfe dokunmayı azîm bir günâh işliyor telâkki ediyorum” değerli hassasiyetiyle asla bağdaşmıyor.

Nur Risâlelerinin te’lîf, tashih, istinsah, teksir, tab’ (basımı) şartları dikkate alınmadan yapılacak nüsha farklılıklarının elbette dikkate alınması gerekir. “Eski Said eserleri”nde olduğu gibi, Bediüzzaman’ın 30-40 sene sonra eline geçen eserlerini tashihiyle yapılan ilâvelerin mutlaka nazara alınması lâzım. Bunun Bediüzzaman’ın izin verdiği “şerh ve izâh”la da bir alâkası bulunmuyor. Elbette niyetler sorgulanamaz; ancak bütün bunların dışında, üç çeyrek asırdır orijinal hâliyle Türkiye’de ve dünyada milyonlarca insanın okuyarak istifade ettiği Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı’nı, eserlerini tağyir ve tahrif etme, bazı kelimelerle oynama ve asliyetinden koparma girişimlerinin hiçbir mantıkî tarafı, mâkuliyeti ve meşrûiyeti yoktur ve olamaz…

ESERİN HAKKINA VE MÜELLİFİN HUKUKUNA HÜRMETSİZLİK

Aslında Risalelerde “bandrol meselesi”nden önce, yabanilere ve “iyi niyetli olmayan”ların eline “Risalelerin tahrif edildiği” iftirası kozunu veren –cüz’î de olsa- takdim ve tehirler ya da ekleme ve çıkarmalar el atılması ve mutlaka düzeltilmesi gerekir. Meselâ, Münâzarât kitabında yer alan (Yeni Asya Neşriyat, 124-5), “Bununla beraber, istibdat kendini muhâfaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin (ihtilâlcilerin) ekseri masondur. Lillâhilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrârımız, mütekid (itikadlı, dindar) Müslümanlardır” paragrafı ile “Elhâsıl: Hükûmete hûcum edenler, bâzıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi, bâzıları ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi; ben ‘Haydar’ derdim, şimdi de ‘Haydar’ diyorum, vesselâm…” paragraflarının Tenvir Neşriyat’ın 1992 İstanbul baskılı Münâzarât’ın 66. sayfasından çıkarılması gibi…

Zira Risalelerde hiçbir farklılık yoktur ve Bediüzzaman eserlerini bizzat tashih etmiştir. Bunun içindir ki, “kasıtlı”-“kasıtsız” çıkarmaların ya da metinler arasında “farklılık” olduğu isnadına kapı açacak hususların kıyaslanarak asıl ortak metnin korunması şart. Çoğu Bediüzzaman’ın “Eski Said Eserleri”nin önceki baskılarından ya da bu eserlerin yaklaşık otuzbeş – kırk sene sonra eline geçmesinden sonra yaptığı tashihatın nazara alınmamasından kaynaklanan “farklılıklar”ın ortadan kaldırılması ve eserin asliyetine sadâkat icâb eder… Bu bakımdan Bediüzzaman’ın bizzat yaptığı tashihlerin nazara alınmaması, bahane arayan muterizlerin eline bahaneler vereceği gibi, eserin hakkına ve müellifin hukukuna da hürmetsizliktir…

“HER BİR ESER ARAP ABÂSINI İKTİSÂ VE TÜRK PANTOLONU GİYMİŞ KÜLÂHLI BİR KÜRTTÜR”

Doğrusu, bütünü beraatla neticelenen, kendisinin ve Nur Talebelerinin yargılandığı mahkemelerde haklarında hazırlanan iddianâmeler, mahkemelerde yaptığı müdafaalar, kendisi ve Risaleler hakkındaki yüzlerce resmî evrak üzerindeki resmî – gayr-ı resmî işlemler ve yazışmalar hep “Said Nursî” ismiyle olur.

Altı bin küsur sayfalık Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı kitaplarına ve daha evvel yazdığı “Hutbe-i Şamiye”, “Münâzarât”,“Sünûhat”, “Divân-ı Harb-î Örfî” gibi “eski Said dönemi eserleri”ne “Said Nursî” imzasını atar. Hatta eski yazılarında, makale ve mektuplarındaki Osmanlı devrinde doğduğu bölgeye atfen kullanılan “Kürdî” kelimesinin yerine  bizzat “Nursî”yi yazar. “Kürdistan” tâbirlerinin ekserisini bizzat “Şarkî Anadolu” olarak değiştirir.

Bütün Müslümanlara ve insanlığa Kur’ân’ın çağımızdaki tefsiri olan Risale-i Nur’un bütün kavimleri, bölgeleri aşan, Müslümanları ve insanlığı muhatap alan ulvî mânâ ve mesajı için bizzat tashih eder. Doğu’daki Kürt aşiretlerine verdiği Meşrûtiyet ve hürriyet derslerine, aslında Kürtlerin yanı sıra Türklerin, Arapların ve bütün Müslüman kavimlerin muhtaç olduğunu belirtip, “Eski Said eserleri”ni bu mülâhazayla, tashih eder; bütün vatandaşları, dindaşları, insanları muhatap kılar.

Esasen, Bediüzzaman’ın bilhassa bazı eski eserleri üzerinde sonradan bizzat yaptığı tasarruf ve tashihleri, hiçbir surette mânâya yönelik değildir. İttihad, birlik, kardeşlik, meşveret, hürriyet ve Kur’ânî medeniyeti ders veren mânâ aynıdır ve asla değişmez. Ve hiçbir şekilde mânâ ve muhtevaya ilişmez, tam tersine takviye eder.

Bu esasla, Osmanlı döneminde yazdığı, sonradan eline geçen makale ve kitaplarındaki “Kürdistan” kelimelerinin çoğunun üzerini çizerek mübârek kalemiyle “Şarkî Anadolu” diye tashih eder. Hatta Osmanlı’nın son döneminde Şark’taki aşiretlere verdiği “içtimâî hayatımıza nâfî (menfaatli) hürriyet ve meşrûtiyet dersleri”nde, “Ey Kürtler!” diye başlayan bazı hitapları dahi “Ey bu vatan evlâtları!” olarak değiştirir. O gün Doğudaki Kürt aşiretlerine verilen bu derslere bütün vatandaşları muhatap kılar. Hayatı ve eserleriyle bu konudaki isnad ve iftiralara bizzat cevap verir.

Bu cümleden olarak, “Münâzarât”ta Şarktaki aşiretlere verdiği derste “Ey Kürtler!” hitabıyla muhatap Kürtler olurken, daha sonra sözkonusu derslerin kitaplaştırılıp yeniden tab’ında Bediüzzaman, bu hitabı “Ey Türkler ve Kürtler!” şeklinde değiştirip, Kürtlerin yanı sıra Türkleri de muhatap almıştır. Zira mevzubahis içtimâî derse, Kürtlerin yanı sıra Türkler de, Araplar da muhtaçtır.

Bu mânâ iledir ki “Münâzarât”ın başındaki “ifâde-i merâm”da “Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı vakitte Araptır. Güya her bir eser Arap abâsını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürttür” ibâresini derceder. (s.13)

Tıpkı 1911’de Şam’daki Emeviye Camii’nde, 100’den fazla İslâm âliminin bulunduğu on bini aşkın büyük cemaate “Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın câmi-i kebirinde (büyük camiinde) olan kardeşlerim!” hitabında Arapları muhatap alarak bütün Müslümanlara hitapta bulunduğu gibi, hitablarının altındaki değişmez yüksek hakikatleri ifâdede muhatap bütün Müslümanlardır…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*