“Bandrol” emr-i vakisi ve Risaleleri tağyir ve tahrif…

Nur risaleleri ve risale-i nur hizmeti hiçbir “izne”, hele “resmî izne” ve “kontrole” asla tabi değildir. Bediüzzaman’ın bu anlama gelen bir dersi,  en ufak bir telkini ve imâsı yoktur.onun için, “bandrol paravanı”nda iman ve kur’ân hakikatlerinin neşri ve hizmetini “kanun inhisarı” altına alma ve “dünya muâmelâtı sûretine sokma” gayretkeşliğinden bir an önce vazgeçilmeli.

“RİSALELERİN DEĞİŞTİRİLDİĞİ” İSNADI, BOŞ BİR İFTİRADIR…

Hakikat şu ki, Bediüzzaman’ın zamana ve zemine göre değişen hitap cümlelerine mukabil, altındaki hakikat hiçbir şekilde değişmiş değildir. Yazdığı bütün eserlerinde; neşrettiği makalelerinde, mektuplarında, yazılarında aynı hakikat câridir.

O hakikati, “Bütün kuvvetimle derim ki: Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki (makalelerimdeki) umum hakaikta nihayet derecede musırrım (ısrarlıyım). Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adâletnâme-i şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcâatının (gereğinin) modasına göre bir libas (elbise) giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ (akılların tenkidi, soruşturması, sorgusu) mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü (genişleme) ve inbisat (yayılma) ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez (değişmez); hakikat haktır. Elhakku ya’lû velâ yu’lâ aleyhi / Hak üstündür, ondan üstün olamaz” ibâresiyle kaydeder. (Sünûhat, 14-15)

Doğrusu, Bediüzzaman’ın eserlerine bakıldığında, irâd ettiği hakikatli fikirlerinin değişmediği görülür. “1908’lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’îsinin bütün cihetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuz üç yıl sonra, yani 1951’lerde aynı hakikatleri, tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak ya da has ve hususî iken, umûmileştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir.” (Abdülkadir Badıllı, Asâr-ı Bediiye, 670)

Meselâ, eskide yazılmış bir eserinde Kürtlere hitap ettiğinde, “İslâmiyet milliyeti çerçevesinde milliyetçilik hislerini tahrikle intibaha getirmek niyetiyle”, Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyübî’lerin isimlerini yâd ederken; daha sonra sözkonusu eserini yeniden neşrettiğinde Türklerde de aynı ulvî hisleri uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celâleddin-i Harzemşâh vesâirenin isimlerini zikretmesi, mevzubahis meselenin mânâ ve mahiyetini vuzuha kavuşturur. (a.g.e.)

Kaldı ki bu düzeltmeleri, eklemeleri bizzat Bediüzzaman yapar. Kalemiyle bu isimleri ilâve ettiğini gösteren orijinal belgeler mevcuttur. Bütün bunlar ortada iken, hâlâ Bediüzzaman’ın yaptığı bazı mahdut tashihlerden hareketle “Risalelerin değiştirildiği”ni ileri sürmek boş bir çarpıtmadır…

TASHİHLERDE MÂNÂ ASLA DEĞİŞMEMİŞ, TAHKİM EDİLMİŞ

Bu açıdan bütün bu gerçekler ve Nur Risalelerinin neşir tarihçesi ortada iken, Bediüzzaman’ın özellikle eski eserlerinde beyân ettiği aynı hakikatleri –zamanın icâbıyla- daha da kuvvetlendirip takviye eden tasarruf ve tashihleri, “Risalelerin değiştirildiği” şeklinde bir isnadla karalama aracı haline getirmek, hiçbir akademik bakışla ve insaflı bir araştırma ciddiyetiyle bağdaşmaz.

Yoksa dört cebbar kumandanlara karşı ölümü hiçe sayarak haykıran Bediüzzaman’ın, tamamen Kur’ânî olan tefsir ve tesbitlerinden tâviz ve çekinme asla sözkonusu değildir.

Bediüzzaman’ın mânâyı ve hakikati muhâfaza eden tashihatına diğer bir misal, “Divân-ı Harb-i Örfî / İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi” eserinin ilk matbu nüshasında, “Biz ki Kürdüz, aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz” cümlesini, bilâhare, “Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz” şeklinde tashih etmesi, bunun bâriz bir örneğidir. Daha önce Müslüman Kürtlerin muhatap alındığı bir hakikat, tashihle bütün Müslümanlar kastedilerek aynı mânâ ile serdedilmiştir.

Bediüzzaman’ın ilk haliyle ve daha sonra eline geçip bizzat tashih ettiği eserleri meydandadır. Bediüzzaman, elbetteki zamanın nezâketini düşünmüş ve ilcaatını (gereğini) muhâfaza etmiştir. Ancak ilk nüshaları ile bizzat tashihinden sonraki nüshaların, ibârelerin mânâ ve muhtevası da aynıdır. Eskide yazıp neşrettiği fevkalâde mühim, ciddî ve muazzam hakikatlerden geri adım atmış değildir.

Yeniden neşrinde “Divân-ı Harb-i Örfî / İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi”nin başına, “Yarım asır evvel tab’ edilen (basılan) bu müdafaayı, şimdi bu asra daha muvafık gördük. Güya o zamandan elli sene sonra bir hiss-i kable’l-vuku’ ile (ilhamî bir önsezi ile) bir nev’i ihbâr-ı gaybî (gaybî haber verme) olarak hayat-ı içtimâiyeyi alâkadar eden çok hakikatlere temas ettiğinden neşredildi” notunu düşmesinin anlamı budur. (s. 11)

“SIHHATİNE TAM DİKKATLE, MEŞVERET ETMEK” ŞARTIYLA NEŞİR…

Aslında, kitabın basımından kırk beş sene sonra yeniden tashih edip son şeklini veren Bediüzzaman’ın, yeniden tab’ ettirmek için Ankara’ya gönderdiğinde yazdığı mektup, kırk yıl – yarım asır sonra eline geçen eski kitaplarında yaptığı bazı mahdut tashihlerin hedefini bizzat izah eder:

“Aziz sıddık kardeşlerim; bu tashihli tarzı hâs dostlar meşveretiyle teksir edebilirsiniz. Bu musahhahın (tashih edilmiş eserin) bir suretini İnebolu’ya gönderip, eski harflerle kabil ise teksir edilebilir. Madem eski zamanda iki defa tab’ edilmiş, kimse itiraz etmemiş… Hem ilişmek ihtimali bulunan bazı kelimeler de değiştirilmiş ayn-ı hakikat bir risaleciktir. Has dostların tensibiyle, fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir.”

“Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olan” ve “ayn-ı hakikat bir risâlecik” dediği “Divân-ı Harb-i Örfî / İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi”ni tashih ettikten sonra “has dostların meşveretiyle” ancak “sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla” neşretmesi, bunun ifâdesidir.

Özetle, esas gâyesi olan iman ve Kur’ân hizmetinin selâmeti hesâbına, -bazı mihrakların aksi maksadıyla istimal edebilmelerine karşı- Bediüzzaman’ın tashihleri ve tasarrufları ortada. Muhataba bağlı olarak hitap cümleleri ve “zamanın ilcaatı”na bağlı bazı kelimeleri bizzat tashih etse de altındaki muhteva ve mânâ asla değişmemiş, daha da tahkim edilmiştir…

“RİSALELER DEĞİŞTİRİLDİĞİ” SAPTIRMASINA KARŞI…

Neticede, Bediüzzaman’ın eserlerinde, hayatında bizzat yaptığı tasarruf ve tashihten sonra, hiçbir şekilde herhangi bir tebdili, tağyir ve değişikliği, hangi sâikle olursa olsun Risale-i Nur’un bir cümlesine, bir kelimesine ilişmeyi haddini aşmak olarak görüp şiddetle sakınan, Nur Risalelerinin sahih te’lif ve neşrine fedakârâne çalışan sâdık Nur Talebelerini “Risaleleri değiştirmek”le itham etmek, zaman zaman ısıtılıp piyasaya servis edilen bayat ve çirkin bir iftiradır.

Esasen daha matbaalarda basılmadığı ve hatta teksir makinesine geçilmediği, yalnız elle yazılıp çoğaltıldığı tek parti devrinde Afyon Savcısı’nın tesbitiyle 600 bin yazılı nüsha yazılan ve bütün yazma eserlerde en başta Bediüzzaman’ın tashihinden geçen, ardından teksir makinesiyle çoğalması ve matbaalarda basılmasıyla binlerce-yüzbinlerce Nur Talebesi okuyucunun tetkikiyle rasihleşip hâfızalarda yer eden, Türkiye’nin her ilinde, ilçesinde, kasabasında, dünyanın muhtelif memleketlerinde Nur derslerinde okunup dinlenen, tekrarlanıp teyid edilen yüzlerce baskının yapıldığı büyüklü-küçüklü Nur Risalelerinin “değiştiğini-değiştirildiğini” iddia etmek, en hafifiyle Risale-i Nur’un yazılış ve neşir serencâmını bilmemek ve idrâk etmemektir. Ve hiçbir mesnedi yoktur.

Kısacası, Risale-i Nur’daki, özellikle “Eski Said Dönemi Eserleri”nde yer alan bazı tâbirler ve hitaplar Nur Talebelerince silinmemiş; bizzat Bediüzzaman tarafından tashihle eklenmiştir. Bu isnad, Bediüzzaman’ın tefsirlerinin, fikirlerinin, dâvâsının ve mücadelesinin tam aksine bir ithamdır. Öncelikle Nur Risalelerinin mânâ ve mahiyetini anlamamaktır, neşriyat tarihini bilmemektir.

“Risalelerde değişikler yapıldığı” saptırması, öncelikle Risale-i Nur hakkında şüpheler uyandırmaya, zihinleri bulandırmaya ve şâibe bulaştırmaya mâtuf bir yeltenmedir…

“BAŞKASININ TASHİHİNE KATİYEN RÂZI OLAMIYORUM”

Gerçek şu ki, hangi sâikle olursa olsun, fevkalâde “iyi niyetli” de olsa, Risalelerin tağyir ve tahrifatı asla kabul edilemez; hiçbir mâzereti ve gerekçesi bulunamaz. Mahzurları, 1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi’nin gençler için “Risâlelerin biraz sadeleştirilmesi”ne dair mektubunda Bediüzzaman’ın verdiği cevapta belirtilir:

“Nur’un metni, izâha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münâsibdir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem sû-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mânâ verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifâdem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teennî ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var…” (Emirdağ Lâhikası, elyazma, 661)

Risâlelerin lisân ve üslûbundaki sadelik, akıcılık, açıklık, çekicilik, izâh ve tatlılık kendine hastır. Cemil Meriç, “Her eser kendi lisânıyla doğar; Risâle-i Nur’un dili Kur’ânî ve İslâmî bir lisândır. Risâle-i Nur’u anlamaya çalışmak bize nasip olacak en büyük mükâfattır” der. Ve Bediüzzaman’ın beyânıyla “şahsın uslûb-u beyânı, şahsın timsâl-i şahsiyetidir.” (Muhakemât, 84)

Bu hakikatledir ki Bediüzzaman, “…Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ külâhıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder” diye peşinen ilân eder. (Münâzarât, 17)

“HAK VE HAKİKAT İNHİSAR ALTINA ALINMAZ…”

Yine bundandır ki, Nur Risalelerinin korunması, hakkının ve hukukunun muhâfazası, devlete değil, en evvel Bediüzzaman’ın Nurlara sahip çıkmayı vasiyetle emânet ettiği Nur Talebelerine düşer; “Kemalist vesâyet” kıskacındaki “devlet organları”na, resmî ideoloji güdümlü bakanlıklara, resmî kurumlara değil…

Devlet, aslına sâdık kalmak kaydıyla Risaleleri basmak ve ayrıca neşretmek isterse neşreder. Ancak ne eserlerin müellifi Bediüzzaman’ın ne de eserlerini tevdi ettiği Nur Talebelerinin böyle bir “umumî” talepleri ve müracaatları yoktur. Zira bunun tekellüflü tevillerle, konjonktürel maslahatlarla Nurları dahi rejime “payanda” etme hesâbı ve komplosuyla tahrifata kapı açacağından sakınırlar.

Esasen Nur Risaleleri ve Risale-i Nur hizmeti hiçbir “izne”, hele “resmî izne” ve “kontrole” asla tabi değildir. Bediüzzaman’ın bu anlama gelen bir dersi, en ufak bir telkini ve imâsı yoktur. Hatta “Bize ahkâm-ı diniyyeyi ve hakaik-ı İslâmiyeyi tâlim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne sâlâhiyetle neşriyât-ı diniye yapıyorsun?” diye soran “ehl-i dünya”ya, “Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakâik-i imâniye ve esâsât-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muâmelâtı sûretine sokulmaz…” diye cevap verir.

Açık bir ifâde ile Nur Risaleleleri’nin neşrinin ve tamamen mânevî olan iman ve Kur’ân Nur hizmetinin resmî mercilerin “oluru”na ihtiyacı olmadığını açıkça beyân eder. (Mektûbat, 16. Mektup, Beşinci Hakikat, s. 72)

NUR RİSALELERİNİN NEŞİR HAKKI NUR TALEBELERİNİNDİR

Bu bakımdan, “hak ve hakikatin inhisar altına alınamayacağı” hakikatiyle, Nur Risaleleri’nin basımının ve neşriyatının, Bediüzzaman’ın vazettiği temel düsturlarının aksine, devletin/bakanlığın uhdesine verilip “resmî” hale sokulması ya da devletçe/bakanlıkça “seçilmiş” birkaç yayınevine münhasır kılınması asla kabul edilemez. Bu emr-i vaki, en evvel tamamen hak ve hakikat olan Risâle-i Nur’un esaslarına muhalefettir.

Nur Risalelerinin basımı ve neşir hakkı, Bediüzzaman’ın birçok beyânıyla, “sıhhatine tam dikkat ve meşveret etmek şartıyla” yine Nur Talebelerindir. Onun için, “bandrol paravanı”nda iman ve Kur’ân hakikatlerinin neşri ve hizmetini “kanun inhisarı” altına alma ve “dünya muâmelâtı sûretine sokma” gayretkeşliğinden vazgeçilmeli; temel hak ve hürriyetlerin, ifâde ve yayın özgürlüğünün önü açılmalı. Nur Risalelerinin basımı ve neşrini Nur Talebelerine bırakılmalı…
Samimiyet bunu gerektirir…
— SON —

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*