Bandrol yasağı ve sonun başlangıcı

alt

Mevcut iktidar tarafından Risale-i Nur’a getirilen bandrol yasağının üzerinden dört ay gibi uzunca bir zaman geçti. Bu zaman zar-fında, Yeni Asya olarak manşetlerimiz ve köşe yazılarımızla her türlü izah ve ikazlar yapıldı, ama AKP kurmayları tarafından hiç dikkate alınmadı. Derin bir iradenin ısrar ve inatla bu yasağı sürdürmeye kararlı olduğu görülüyor. Hem de bunun ağır bir bedeli olacağını hiç düşünmeden…

Türkiye’de din ve dindarlar üzerinde en ağır baskı ve zulümlerin yapıldığı tek parti devrinde, Risale-i Nur’un neşrine ne Mustafa Kemal ve ne de İsmet İnönü engel olamadı. Zira Risale-i Nur, Kur’ân-ı Kerîm’e bağlı sönmez ve söndürülmez bir nurdur. Afyon savcısı 1948 yılında, Anadolu genelinde el yazmasıyla altı yüz bin nüshanın yayıldığını tesbit etmişti. 1956’da matbaalarda yeni harflerle basılan Nur Risaleleri, altmıştan fazla dünya diline çevrilmek suretiyle, sadece Türkiye’de değil dünyanın her tarafına yayıldı. 1974 yılından bu yana, Yeni Asya damgasıyla yüz binlerce Risale-i Nur basıldı ve yayıldı. Yirmiye yakın diğer yayınevleriyle birlikte ve devlet bandrollü olarak yirmi yedi milyon Risale neşre-dildiğini Kültür Bakanlığı söylüyor.

Hukukî varisleri aynı şekilde basılmasının devamını istediği halde, hâriçten yapılan şikâyetleri bahane eden AKP iktidarı, şimdi Risale-i Nur’u devlet tekeline almak istiyor. Farklı ideolojilere mensup eski iktidarlar tarafından bile cüret edilemeyen bir uygulama, dindar olarak bilinen bir iktidar vasıtasıyla icra edilmek isteniyor. Devletin bu Risaleleri basmasına itiraz eden yok ama devletin tekeline almanın mânâsı ne? Devletin resmî ideolojisine aykırı bulunan bölümler sansürlenerek mi basılacak? Kaderin garip bir tecellisi ki, bu bandrol yasağına ve devlet tekeline CHP ve MHP hatta HDP bile karşı çıkarken, AKP yasağı savunuyor ve torba kanunun içine sokuşturarak var gücüyle devlet tekeline almaya çalışıyor. Ayrı ayrı görüşüldüğün-de hepsi bu yasağa karşı olduklarını söylüyor, ama icraata gelince yasağı savunmak zorunda kalıyorlar. Demek ki, bunda çok daha derin iradeler hükmediyor. Bir zamanlar Mustafa Kemal ve İsmet İnönü de din aleyhindeki tahribatlarını, keyfî kanunlar perdesi arkasından icra etmişlerdi. Yok kanun, yap kanun, ne kadar da benzeşen bir durum.

Zahire bakılırsa, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin önüne geçmek için yapılan bir tedbir diyorlar. 1974 yılından itibaren kendine ait farklı bir tarzla yol tutturan Hoca Efendinin oluruyla bu sadeleştirmeyi yapanlar, hem Nur mesleğine hem de Risale-i Nur’a büyük zarar verdiler. Elbette bunun ağır bir faturası olacaktı. İşte şimdi o faturayı ödemekle meşguller. Ne kadar ikazlar yapıldıysa, hepsini kulak ardı ettiler. Israr ve inatla çalışmalarını sürdürdüler. Başlarına gelen bu üzücü olaylar için de kadere fetva verdirdiler. Masum olan tabanın da zarar görmesine sebep oldular. Bu çatışma ne zaman biter, onu da Allah bilir. Yapılan zulümlerin haddi hesabı yok. Gerçi, “Zalim, Allah’ın kılıcıdır. O’nunla intikam alır. Sonra döner zalimden de intikam alır.” kaidesi her zaman geçerlidir.

AKP, 28 Şubat post modern darbesinin ürünüdür. Yargı, Refah ve Fazilet partilerini kapatmamış olsaydı, AKP diye bir parti doğmayacaktı belki de. 12 Eylül 1980 ihtilâli ve 28 Şubat sürecini bu ül-keye yaşatan Kemalist zihniyet mensuplarının darmadağın ettiği Demokrat Mis-yonun olmadığı bir ortamda, iktidar koltuğuna oturma durumu oldu. On iki yılda maddî olarak ülkeye birçok şey yapılmakla birlikte, manevî bakımdan kendi itiraflarıyla sınıfta kaldılar. Dindarlığın içi boşaldı ve şekilden ibaret kaldı. Dindar kitleler hızla zenginleşti ve dünyevîleşti. İhlâs denilen sır kitaplarda kaldı. Din, siyaset malzemesi yapıldı. İktidarda kalabilmek için dini mukaddesler alabildiğine kullanıldı. Hâlbuki, güneş misal İslâm hakikatleri, cam parçası gibi değersiz ve geçici dünya siyasetlerine âlet edilmemeliydi. Bunun mahşer günü karşılaşılacak ağır vebal ve günahından sakınılmalıydı. Kendisine taraf olmayan-ları “şer cephesi” diye yaftalamaktan korkulmalıydı. Meleği şeytan, şeytanı melek gösteren bu anlayıştan Allah’a sığınılmalıydı. Ama olmadı, olamadı ve “Millî Görüş gömleğini çıkarttık.” dedikleri halde yapamadılar. Toplumdaki dindarlık seviyesi yüzde altmış-yetmiş olmadan din adına başa geçilmemesi gerekirken tam tersini yaptılar. Demokrat Partiye, Halk Partisinden daha fazla zarar veren Millet Partisinin İslâmcı kanadına mensup olan ve her fırsatta Necip Fazıl Kısakürek çizgisini takip ettiğini söyleyen bu ekip, siyaseten Nur mesleğine ters bir yol izledi. Elbette bütün bunların bir bedeli olacaktır.

Kanaatimce, diyanet cihetinde Risale-i Nur mesleğine ters düşen Hoca Efendi ve mensuplarının Risale-i Nur’u sadeleştirmeleri bardağı taşıran son damla olduğu gibi; Risale-i Nur’a kanunla getirilmek istenen bandrol yasağı da, siyasal İslâmcılar için son damla olacaktır. Şayet bu yasak kanunlaşırsa, AKP için sonun başlangıcı olma ihtimali çok kuvvetlidir. Zira Risale-i Nur’a uzanan her art niyetli eller kırılır ve uzanan diller kurur. Türkiye’de her an her şey olabilir. Birçok şeyin mazide kaldığı inancı ham bir hayalden ibarettir.

Orantısız bir propaganda gücüyle, seviye problemi olan kaba bir dille ve milletin önemli bir ekseriyetini iten ve ötekileştiren nefret söylemiyle, cumhurbaşkanlığı ister kazanılsın ister kaybedilsin, kaçınılmaz âkıbet ufukta gözükmektedir. Miting meydanlarında Fatiha’nın meâlini okumak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Risale-i Nur’u seçim malze-mesi yaparak hedefine doğru yürümek, bahsi geçen âkıbetten bunları kurtaramayacaktır. Ömrü olan herkes bunu görecektir.

Gerçek anlamda demokrat olmayan ve askerlerin yaptırdığı mevcut istibdat anayasası işine geldiği için, on iki yıldır değiştirmek istiyormuş gibi göründüğü halde değiştirmeyen, anayasanın ruhu olan Kemalizm’le problemi olmayan; sol, sağ ve muhafazakâr her türlü Kemalistlerle işbirliği yapan, 25 Ağustos 2004 tarihinde Millî Güvenlik Konseyinde alınan kararlara imza atarak, Nurculuğun her grubunu etkisiz hale getirip devlet bürokrasisinden dışlayan, ehil veya nâehil kendi taraftarlarını ve Kemalistleri o kadrolara dolduran bir iktidar iflâh olmaz. Er ya da geç lâyık olduğu âkıbetle karşı karşıya kalır. Türkiye, mutlaka bir gün parlamenter demokrasi içinde, temel hak ve hürriyetlerin en geniş ve mükemmel mânâda yaşandığı ileri bir demokrasiye kavuşmalıdır ve tek bir adama asla mahkûm olmamalıdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*