Başka din mensuplarıyla dostluk

“Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” mealindeki Maide Sûresi 51. âyeti varken, Müslümanların bu dinlere mensup insanlarla dostluk kurmaları mümkün mü?

Başka din mensuplarıyla dostluk

“Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” mealindeki Maide Sûresi 51. âyeti varken, Müslümanların bu dinlere mensup insanlarla dostluk kurmaları mümkün mü?

Âyet lâfzî ve sathî bir yoruma tâbi tutulursa hayır. Ama Said Nursî’nin, Arapça gramer kaidelerini de, tefsirde dikkate alınması gereken bazı teknik usûl kurallarını da, sosyal kanunları da dikkate alarak yaptığı yorum, farklı bir neticeyi ortaya çıkarıyor. Âyetteki yasağın umumî olmadığını, kayıt ve şartlara bağlı olduğunu, zamanın da bir büyük müfessir olarak kaydını izhar etmesi durumunda, bundan çıkacak sonuca itiraz edilemeyeceğini belirten Bediüzzaman, söz konusu yasağın bir başka kriterini de, muhatapların İslâm inancıyla çelişen Yahudilik veya Hıristiyanlık özelliklerinin oluşturduğunu ifade ederek şöyle diyor:

“Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya sanatı istihsan etmekle iktibas etmek (beğenip uygulamak) neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin (hanımın) olsa elbette seveceksin!” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 247)

Gerçekten, bir Yahudi veya Hıristiyanın, doğruluk, çalışkanlık, iyilik, meslek ve sanatında maharet gibi İslâmî sıfatları varsa, bunları benimseyip uygulamak neden caiz olmasın? Nitekim bugün kullandığımız teknolojik imkânlar, Yahudi ve Hıristiyan kâşif ve bilginlerin çalışmaları neticesinde hayatımıza girmedi mi? Aynı şekilde, dinin cevaz verdiği şekilde Ehl-i Kitap bir hanımla evlenen Müslüman, eşini sevmeyecek mi? Eğer Müslüman bir erkeğin Yahudi veya Hıristiyan bir kadınla evlenmesi “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” âyeti kapsamında görülseydi, dinimiz buna izin verir miydi?

Said Nursî, söz konusu âyetle ilgili yorumlarında, Kur’ân’ın yeni nâzil olduğu Asr-ı Saadetteki inkılâpla, çağımızdaki medeniyet inkılâbını kıyaslayarak işin bir başka cihetine daha işaret ediyor.

Buna göre, Saadet Asrında büyük bir dinî inkılâp meydana gelmiş, herşey buna göre değerlendirilince sevgi ve düşmanlıkların ölçüsü de din olmuştu. Müslümanlara derin bir düşmanlık besleyen Yahudi ve Hıristiyanlara muhabbet gösterip onlarla dost olanlara şüpheyle bakılıyordu.

Tefsirlerde belirtildiğine göre, bu âyet nâzil olunca, Sahabelerden Ubade bin Sâmit şöyle demişti: “Benim Yahudilerden pek çok dostum vardı. Allah onların dostluğundan bizi yasakladı, ben de onlardan vazgeçtim, Allah’a ve Resulüne müracaat ettim.” Buna karşılık, münafıkların önde gelenlerinden Abdullah bin Übey ise şu sözleri söylüyordu: “Biz dünyanın dönmesinden korkarız. İleride ne olacağını bilemeyiz. Yahudilerin serveti vardır. Onlarla dostluğa ve beraber olmaya mecburuz. Çünkü bir gün gelir, sizin devletiniz çöker de, devlet ve kuvvet onların eline geçebilir.”

Bediüzzaman o dönemi anlatırken “Gayrimüslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu” derken bu durumu ifade ediyordu.

Ancak günümüzde durum farklıdır. Bugün dünyada medenî ve dünyevî bir inkılâp meydana gelmiştir. Bütün nazarlar dünyaya, medeniyet ve maddî kalkınmaya yönelmiştir. Şimdiki gayrimüslimler de dinlerine eskisi kadar bağlı değillerdir. Aksine, eski taassuplarını terk etmişlerdir. Bu durumda, medeniyet ve terakkilerinin güzel kısımlarını alıp iktibas etmek, dünya saadetinin esası olan asayişi muhafaza, barış ve sükûnun hürriyet içinde devamını temin için onlarla dostluk kurmak, Kur’ân’ın yasağına dahil değildir. (a.g.e., s. 248)

Bu arada, dinlerine eski taassuplarını terk eden Yahudi ve Hıristiyanlarla, Kur’ân’ın “ortak kelimede buluşma” (Âl-i İmran Sûresi: 64) dâvetini iletme amaçlı bir diyalog kurmanın yolu da medenî ilişkiler kurmaktan geçmektedir.

Bu izahlar, yeryüzündeki başka din mensuplarıyla ilişkilerde de haliyle geçerlidir.

Said Nursî ve ABD

20. yüzyılda dünyanın süper gücü olarak öne çıkan ve Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra bu özelliği, yanına rakipsizlik sıfatı katılarak iyice pekişen ABD, genel ve yaygın değerlendirmelerde, daha ziyade uyguladığı politikalarla ölçülüp tartılıyor.

Ve bu politikalar özellikle Bush dönemindeki uygulamaların sonucu olarak dünya genelinde yaygın bir ABD nefretini doğurmuş durumda.
Bu da normal. Zira insan fıtratı zulme, haksızlığa, katliâma, sömürüye itiraz ve isyan eder.

Kur’ân’ın çağımıza dersi ve mesajı niteliğindeki Risâle-i Nur’da da Amerika’ya atıflar yapılır. Ama bunların tamamı, külliyatın ana mesajı olan iman ve Kur’ân hizmeti ekseninde, siyasî olaylardan bağımsız bir perspektifle dile getirilir.

Maksat, şeriat-ı fıtrîyenin kanunlarına riayet ederek bu güce erişen Amerika’nın dine ve insanlığa hizmet hedefine yönlendirilip teşvikidir.
Bununla ilgili bahislerden kısa bir derleme:

 “Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme” bahsinde “Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi, rû-yi zeminin (yeryüzünün) geniş kıt’aları ve büyük hükümetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar” (Sözler, s. 141) tesbiti var.

Saff-ı evvel Nur Talebelerinden Hüsrev Altınbaşak’ın imzasını taşıyan bir mektupta “Mesmuata (duyduğumuza) göre, bugünkü Amerika, aktar-ı âleme (dünyanın her tarafına) tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek salim bir din taharrîsine (araştırmasına) memur etmiştir” deniliyor (Emirdağ Lâhikası, s. 128).

 “Amerika’nın en yüksek ve meşhur feylesofu olan Mister Carlyle’ın “Başka kitaplar hiçbir cihette Kur’ân’a yetişemez. Hakikî söz odur, onu dinlemeliyiz” beyanı aktarılıyor (a.g.e., s. 461).

 Said Nursî’nin önde gelen talebe ve hizmetkârlarından Zübeyir Gündüzalp, Ankara Üniversitesinde verdiği konferansta, “Amerika’da, Beyaz Saray’da bütün dünyanın ve kâinatın güneşi olan Kur’ân-ı Hakîm yeşil ipekliler arasında lâyık olduğu yüksek mevkiye konuyormuş” (Gençlik Rehberi, s. 210) diyor.

 “Hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar” (Emirdağ Lâhikası, s. 577) tesbiti, konunun bir başka önemli boyutunu veriyor.

 Menderes’e yazılan bir mektuptaki “Bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye (İslâm kardeşliği) ile 400 milyon (şimdi 1.5 milyar) kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyetle olabilir” (a.g.e., 816) tavsiyesi, aynı gerçeğin Türkiye’deki hükümete bakan cihetine vurgu yapıyor.

Ve bu nakiller, Risale-i Nur perspektifinde Amerika’ya nasıl bakılması gerektiğinin belli başlı parametrelerini veriyor.

“Ben talebeyim, onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 117) diyen Bediüzzaman’ın talebeleri de, herşeyi şeriat mizanlarının en mükemmel şekilde ortaya konulup izah edildiği Risale-i Nur’daki evrensel ölçü ve prensiplere göre değerlendirirler.

Haliyle Amerika da buna dahildir.
Hakkın değil, kuvvetin esas olduğu günümüz dünyasında yapılacak siyaset, ekonomi v.s. gibi dünyevî eksenli yorumlarda ABD yandaşlığı veya karşıtlığı gibi kategoriler ortaya çıkabilir.

Ama Nur Talebesinin bakışını belirleyen ölçüler bunların üzerine çıkan bir derinliğe sahip olmalı.

Risale-i Nur ve ABD

Said Nursî’nin ABD’ye bakışını ortaya koyan temel parametrelerin yanı sıra, bu çerçevede konunun Risale-i Nur hizmetine bakan boyutlarına ilişkin mesajlara da göz atmamız gerekiyor.

Ama onlardan önce, Lozan Antlaşmasıyla ilgili olarak Büyük Doğu dergisinden aktarılan yazıdaki, konumuz açısından önemli detaya temas edelim.

Orada, Lozan’daki Türk heyetine müşavir olarak sızan ve daha sonra Mısır’da hahambaşı olan Hayim Naum’un, konferans öncesi Amerika’da Türkler lehine verdiği seri konferanslarda “Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırma fikrini telkin ettiği” anlatılıyor.

Sonrasını ise, İngiltere Avam Kamarasında “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” itirazlarına Lord Gürzon’un verdiği cevapta görüyoruz:

“Asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz…” (Emirdağ Lâhikası, s. 539)

Bu tarihî anekdotun konumuzu ilgilendiren yönü, Türkiye’yi ve âlem-i İslâmı hedef alan ifsad planlarının önce Amerika’da pişirildiğini ve bunlardaki Yahudi etkinliğini ortaya koyması.

Buna karşı verilecek mücadele ise ancak Risale-i Nur’la başarıya ulaşabilir. Nitekim 19. yüzyılın sonunda yine İngiliz Parlamentosunda seslendirilen ve otuz yıl sonra Lozan’da uygulamaya konulan “Kur’ân’ı ortadan kaldırma veya Müslümanları ondan soğutma” planı, Anadolu’daki Risale-i Nur hizmetiyle akamete uğratıldı.

Sonrasında ise bu hizmetin Türkiye sınırlarını aşıp bütün dünyaya açılması süreci yaşandı.
Amerika da bu sürecin dışında kalmadı.
Mustafa Sungur imzalı bir mektupta “Amerika ve Avrupa’da Nur Risalelerini istemeleri ve oralarda intişarı”ndan söz edilmesi (Emirdağ Lâhikası, s. 792) ve bizzat Bediüzzaman’ın bir mektubunda yer alan “Risale-i Nur’un emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi” (a.g.e., s. 842) ifadeleri, sürecin önemli kilometre taşlarına iki örnek.

Talebelerinden Selâhaddin’in (Çelebi) Amerika misyonerlerine dört-beş ay okutturduğu Asâ-yı Musa ve Mu’cizat-ı Ahmediye’den bahseden mektupla (s. 315), “Amerika’da siyasete alet değil, belki dini din için mutaassıbane iltizam edenler çok vardı. İnşaallah Asâ-yı Musa’yı alan, o dindarlardandır” (s. 272) ve “Amerika âlimleri elbette Asâ-yı Musa Risalesine lâkayt kalmayacaklar. Eğer dini din için seven kısmının ellerine geçse fütuhat yapar” (s. 277) ifadeleri de diğer örneklerden üçü.

Aynı konuyla ilgili bir başka mektupta da son derece önemli bir ölçüye dikkatimiz çekiliyor:
ABD’deki Müslüman heyetine İstanbul’daki Amerikan sefiri vasıtasıyla Zülfikar ve Asâ-yı Musa göndermek isteyen bir zata Said Nursî diyor ki:

“Sefirlerin (diplomatların) kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz, müşteriler onu aramalı, yalvarmalı. Amerika buranın en küçük bir havadisini merakla takip ettiği halde, buranın en büyük bir hadisesi olan Risale-i Nur’u elbette arayacaktır.” (s. 383)

Demek ki, Bediüzzaman eserlerinin Amerika’ya da ulaştırılması gayretlerinde, bu çalışmalara siyasetin gölgesini düşürmemek ve Risale-i Nur’un sadece din için çalışan insanların eline geçmesini sağlamak için özel bir hassasiyet gösteriyor.

Öyle ki, iki eserinin ABD’deki Müslüman bir heyete gönderilmesine aracılık etmesi için dahi konsolostan yardım istenmesine razı olmuyor.
Hakim cereyanların bu hizmeti de kendi amaçları için kullanmaya kalkışmaları, bu hassasiyetin ne kadar isabetli olduğunu gösteriyor.

Bu ince ölçülere riayet etmeden yapılan çalışmaların ne gibi mahzur ve sıkıntılara yol açtığını ise, yaşanan gelişmelerde açıkça görüyoruz.

Ve Risale-i Nur kendi yolunu kendisi açıyor.

Said Nursî ve Yahudiler

Filistin’e yönelik İsrail politikalarının dünya çapında yol açtığı yoğun tepki ve eleştiriler, yapılan katliamları görmezlikten gelen, hattâ haklı göstermeye çalışan Yahudi lobilerince “antisemitizm” olarak damgalanmak isteniyor. Bilindiği gibi “Yahudi düşmanlığı” anlamına gelen bu kelime, Batıda aynı zamanda cezaî yaptırımlara bağlanan ağır bir suçu ifade ediyor.

Peki, Yahudi meselesi Risale-i Nur’da nasıl ele alınıyor? Said Nursî’nin Yahudiler ve onlarla ilişki kurma bahsindeki görüş ve değerlendirmesi ne?

Burada ilk bakılacak yerlerden biri, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” mealindeki Maide Sûresi 51. âyetinin tefsir edildiği bahis.
Orada şöyle diyor Bediüzzaman:

“Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin. (…) Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini istihsan ile iktibas etmektir ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde (Kur’ân’ın koyduğu yasakta) dahil değildir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 247)

Mâlûm, İslâm, Müslüman erkeğin Hıristiyan veya Yahudi bir kadınla evlenmesine izin veriyor.
Genel anlamda da Müslümanların Hıristiyan ve Yahudilerle medenî çerçevede ilişki kurmalarına, alışveriş ve ticaret yapmalarına, onlardan teknoloji almalarına, barış ve asayiş için işbirliği tesis etmelerine herhangi bir engel bulunmuyor.

Ayrıca, İslâmda zimmî hukuku diye ayrı bir kategori var ki, Müslüman hakimiyeti altında yaşayan farklı dinlere mensup azınlıkların her türlü haklarını sağlam bir güvence altına alıyor.

Âyetteki yasak, onlarla din temelli bir dostluk kurulması için geçerli, insanî ilişkiler için değil.
Yani Müslüman onlarla medenî ve dostane ilişkiler kurarken İslâm kimliğinden en ufak bir taviz vermeyecek, tam tersine onlarla bu sağlam kimliğini sımsıkı koruyarak muhatap olacak.

Bunun dışında, Said Nursî Müslümanlara özel olarak Hıristiyanlarla ilişkilerinde esas almaları gereken bir ölçü daha veriyor: zındıkaya ve mütecaviz dinsizlere karşı ittifak. (Lem’alar, s. 375)

Bu ölçüyü de kendisi koymuyor; ahirzamanla ilgili sahih hadislerde verilen işaretlerden alıyor.
Bu stratejik ittifakın ortakları, münhasıran Hıristiyanlar ve onların da hakikî dindar ruhanîleri. Yahudiler için böyle birşey söz konusu değil.
Bunlar çok hassas ve önemli nüanslar. Ve bu zamandaki Müslümanların dine hizmet rotasında dikkate almaları icab eden parametreler.
Nitekim bunlara riayet edilmeden başlatılan “dinler arası diyalog” arayışlarının nerelere çekildiği ve ne gibi mahzurlara yol açtığı ortada.
Bediüzzaman’ın fiilî tatbikatından iki ilginç örneği hatırlayacak olursak konu biraz daha aydınlanır.

Bunlardan biri, 1909’da hürriyet mitingi için gittiği Selânik’te kendisini ziyaret eden İstanbul Hahambaşısı Emanuel Karasso ile görüşmesi.
Tarihçe’de anlatıldığına göre, Karasso bu görüşmeyi yarıda kesip dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına “Yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti” demiş (s. 95).

Diğer örnek, Said Nursî’nin 1953’te, İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümü kutlama törenlerine katıldıktan hemen sonra makamında ziyaret ettiği Fener Patriği Athenagoras’la yaptığı görüşme.

Orada “Hıristiyanlığın din-i hakikîsini kabul etmek, Hz. Muhammed’i (a.s.m.) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi kitabullah kabul etmek şartıyla ehl-i necat olacaksınız” dediği Patrikten “Ben kabul ediyorum” cevabı alan Üstad, “Peki, bunu dünyanın diğer manevî reislerine de söylüyor musunuz?” diye soruyor ve Patrik “Söylüyorum, ama kabul etmiyorlar” diyor. (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî, s. 381)

Bu iki örnekten genel sonuçlar çıkarmak doğru olmayabilir, ama İslâm tebliğine muhatabiyet noktasında Yahudi-Hıristiyan farkına işaret eden ilginç bir ayrımı ortaya koydukları açık.

Ancak bu ayrım, Asr-ı Saadette bazı Peygamber hanımları ve Abdullah bin Selâm gibi Yahudi kökenli Sahabîlerin varlığını unutturmamalı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*