Başkanlık sistemi parlamenterleri öldürdü mü?

Eskiden mebus derlerdi.

Sonra milletvekili oldular. Elbette parlamenter diyenler de var. Belki de bize en uygunu ve aşinası vekil idi. Zira demokrasi veya meşrûtiyet adına milleti tanıyanlar, bulundukları yerden millete “siyaset/idare“ adına müracaat ediyorlardı. Belli bir bölgedeki insanlarla veya kendisinden sorumlu olacağı halkla birebir oturup anlaşıyorlardı. Vekil olacak kişi önce halkın ihtiyaç ve arzularını dinler; sonra da taahhüd ve vaatlerini ortaya koyar. Böylece sözlü manevî bir mukavele yapılırdı. Vekil, vekâletini aldığı ahaliyi yakından tanımak ve ihtiyaçlarını bilmek için yakın irtibat içinde olurdu. Demokrasinin hem Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda ve hem de TBMM’sindeki manası bu idi.

Demokrasi adına ortaya çıkan siyasetçilerin, geçen siyasetçilerin sistem hatalarını istismarları, demokrasideki âcil kanamaları onlara yıkarak sistemi devam ettirmeleri, onları demokrasiden uzaklaştırır. M. Kemal’in kendisinden öncekilerin ihmalleri ve bazı yanlışları üzerine devrimlerini ikame ile nereye gittiğini tarih gösteriyor. Doğrudur, bir süre millet yeniliklerinize ses çıkarmayabilir. Sonra siz, işi metazoriye götürdüğünüzde, millet size arkasını döner ve küser. Altmış senelik bir karn geçse de, itirazından vazgeçmez. Hem de elinize geçirdiğiniz askerî, yargı, üniversite, sermaye ve dış güçlerin yardımlarına rağmen… Bu paralelliği 12 Eylül’ün yanlışlarından kuvvet alan AKP için de söyleyebiliriz. Çeşitli sebeplerle yapılamayanlar, yanlış yapılanlar ve dünyadaki bazı kuvvetli cereyanların yardımıyla iş başına getirilen AKP’nin bu yanlışları ve ihmalleri nasıl kullandığını iyi biliyoruz. Fakat neticesinin demokrasiye gelmediğine bütün dünya şahit, bu gün. AKP’yi idare edenler bilimden, dünya demokrasilerinden ve tarihî tecrübelerden koparak “yarınını kotarmaya” çalışıyorlar. Bu neticenin ne AKP’nin geçmiş ve geleceğine ve ne de Türkiye siyasetinde yirmi altı yıldır çok etkili makamlarda istihdam edilmiş Recep Tayyip Bey için asla hayırlı sayılamaz.

Geçmişteki dengeleri, dış müdahalelere uğrayan demokratik felâketleri, henüz hak-hürriyetlerini istemeyi beceremeyen dindar kesimlerin durumlarını, Türkiye’deki fikri uçları kullanarak iç çatışmaya götüren global cereyanları ve yine henüz bu güne kadar çok ilkel komünikasyon imkânlarını hesaba katmadan dünü suçlamanın siyasetin verimsiz bir üslûbu olduğunu iktidardaki kadroların bilememeleri en büyük eksiğimiz olsa gerek. Artık her partiye, sivil-topluma ve hatta tarikata girmiş global cereyanların yetiştirilmiş elemanlarından bahsederken, bizi dündeki koalisyon dönemleri cerbezeyle anlatmanın ne denli yanlış olduğu ortada. Hem de dünya demokrasilerinin genellikle koalisyonlara gittiği bir zamanda. Bu günün ihtiyaçlarını karşılamak ve problemlerini çözmek için, çözümü dünde aramak veya dündeki sosyal problemlerle korkutmak, medeni halkların nefret ettiği bir yaklaşımdır. Otuz-kırk sene önceki teknoloji ve medeniyeti günümüzdeki harikalarla karşılaştıramayacağımız gibi, demokratik şartları asla karşılaştıramayız.

Türkiye’nin elbette kendi şartlarına ve sosyal yapısına uygun bir demokrasisi olacaktır. Fakat önce demokrasi… Seksen milyonu bir futbol takımı taraftarı gibi düşünerek, bazen de biz ve ötekiler çizgisini çizerek; her türlü adaletsiz, insanî değerlere aykırı, demokrasinin hiç kabul etmeyeceği kurallarla rakiplerini köşeye sıkıştırarak siyaset yapanların demokrasiden bahsetmeleri, hakikaten yabani kaçıyor. İstibdatta, doğru ve haklı olan bir taraf vardır, o da iktidar tarafıdır. İktidara itiraz edenlerin hepsi ihanet içindedirler. Onların öyle veya böyle susturulması gerekir. Fakat söylediğimiz gibi, bu sisteme “İstibdat/diktatörlük” derler. Her kesten önce Kur’ân ve Peygamberimiz (asm) bu sistemi reddederler. Doğru görünen bir yanlış daha var. Dünyanın belli sermayesini arkasına alarak bütün kuvvetleriyle “millî demokrasilere” hücum eden global Marksist cereyanların yardımıyla, antidemokratik hareketler “demokrasi markasıyla“ pazarlana biliniyorlar. Bu yalancı ve demokrasi düşmanı global sermayedarların düşüncesine göre; kendilerine yakın ve uyumlu olduktan sonra her türlü müstebit diktatör demokrasi belgesi alabilir, kendilerinden… Şili’nin meşhur diktatörü Pinoschet gibileri bile, Rockefeller ve Warburgların finanse ettikleri CFR’den icazet almışlardı. İnanmıyorsanız, Marksist kapitalistlerin önderleri olan Hayek ile Popper’e sorabilirsiniz… Çok yakında Çin Komünist Partisi başkanına da demokratlık icazeti verecek olurlarsa bu sermayedarlar, şaşırmamak gerekiyor.

Türkiye, tamamen istibdadın şartlarına uygun bir sistemle idare edilirken, dünyaya veya halkına demokrasiden, hürriyet ve adaletten bahsedemez. 12 Eylül veya öncesindeki askerî müdahalelerin demokrasimize yaptıkları tahribatı tamir etmesi gereken AKP’nin, kendi iktidarına buradan gayrimeşrû fetvalar araması, hem partiye ve hem de partiyi sırtında taşıyan lidere zulümdür. Zira bu gün onları hasis menfaatleri uğruna alkışlayanlar, korkulur ki yarın lânetleyecektirler. İşte, yukarıda örnek verdiğimiz geçmiş iktidarlar, müdahaleler ve müdahalelerle gelen siyasetçiler. AKP bu akıbete uğramamalı. Medeni Türkiye’nin üslûbuna uygun bir şekilde, hakikaten çok yönüyle bozulan demokrasimizi tekrar yoluna sokarak, tarihteki güzel yeri almalıdır. Milletimiz fedakâr olduğu kadar vefadardır. Millete güvenerek, vekillerini ön plâna çıkarmak elbette AKP ile onun birinci sorumlusu Sayın Cumhurbaşkanımızın vazifesi olmalı. Dünya demokrasilerinde görülmemiş şu seçim barajları AKP’nin en büyük ayıbı değil mi? Üniversitelerin hâlâ ihtilâlcilerin kanunlarıyla idaresi ne kadar yanlış ise, vatandaşının kendi vekilini tanıyamaması, beş yüz elli-altı yüz seçilmiş kıymetli insanın bilgi, tecrübe, enerji ve sadâkatlerini boş yere israf etmenin vebalini hiç kimse çekemez. Şahsiyetli vekillerin izzetli davranıp buna itiraz etmeleri gerekmez mi? Batının “doğrudan demokrasi” kapılarını araladığı bir mevsimde, aracı şefaatçilerle devletin arandığı ve milletin giderek öz güvenini kaybetmesi de o denli millî izzetimize zarar veriyor.

Millete sırtını dayamış bir parlamenter sistemin cumhurbaşkanı olmak daha güzel değil mi? Milleti vesayete muhtaç veya sürü kabul eden şu barajlı sistem kalkarsa, AKP kaybetmez, kazanır. Belli konsensüslerle seçimin hemen ardından ittifak etmiş siyasî partilerin oluşturduğu bir icra veya bakanlar kurulu ne kadar güzel olur… Fakat vekilin kuvvetli olmadığı, vekâletini aldığı seçmenlerle irtibat içinde olamadığı ve onların ihtiyaç ve problemlerini projelendiremediği bir sistem demokrasiye değil, istibdada götürür.

Cumhurbaşkanımızın reformlara her şeyden önce seçim kanunundan başlaması gerekiyor. Mütemadiyen dolaylı olarak suçladığı Kemalizm istibdadından, ihtilâllerden ve Derviş döneminin dış müdahalelerinden gelen millet aleyhindeki durumu düzeltecek reformlar, onu izzetli kılacaktır. Milletin vekiline engel getiren “istibdat yadigârı” barajları hemen kaldırmak. Ve mümkünse, icrayı yakından deneyecek senatonun tekrar oluşturulması, Türkiye Demokrasisini en ileri noktaya taşır, kanaatindeyiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*