Başörtüsü değil ‘İnsan’lık davası

Strasbourg’da kapatılan Leyla Şahin Davası, aslında hâlâ devam ediyor. Başörtülü olduğu gerekçesiyle Tıp Fakültesi’ndeki eğitimine son verilen öğrencilerden sadece birisiydi Leyla Şahin… Hukukunu aramak için çıktığı yolda gelip dayandığı yer “ dini inanç hakkımı kullanıyorum” şeklinde yaptığı savunmaydı. İç hukuk yollarını tükettiği için gelip dayanmıştı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne…

Lakin Strasbourg Yargı Makamı, Leyla’nın dini inancı olarak ortaya koyduğu inanma hakkını değil de inandığı dini yargılamış ve kadınların başlarını örtmesi hadisesini, “kadın-erkek eşitsizliğine sebebiyet veren bir eylem olarak”, de-port etmiş, “hukuk dışı”na çıkarmıştı… Yargıç Tulkens, Evans ve Collins gibi birkaç doktriner vicdani şerh dışında, hukuk külliyatının pek de kayda değer bulmadığı, gamsızlıkla dışladığı, üstü kapatılan, sahipsiz bir davadır Leyla Şahin davası…
Karar metninin “Türkiye’ye has şartlara” atıf yaparak, hukukun siyasallaşması konusunda pervasız bir örnek olması üzerinde konuştuk genellikle… Kuşkusuz bu konu, Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi’yle bağıtlı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin açık bir çeliklisiydi. Zira bu kararıyla mahkeme; Aydınlanma’dan bu yana yaslandığı, “büyük anlatı” olarak “evrensel insan” tanımının, koca bir fiyasko olduğunu da itiraf ediyordu. Demek ki konu; başı örtülü Müslüman kadın olunca, onun insan olmaktan kaynaklanan devredilemez hakları, bazı kısıtlamalara mevzu edilebilirdi… Bu çelişki, sadece Leyla Şahin ve onun gibi olanların dosyasını kapatmıyordu aslında… Avrupamerkezci görüşün, çifte standardını ve dolayısıyla patolojik manada içe kapanışını da işaret ediyordu…
Karar metninde ve sonraki şerhlerde, tartışmalarda, bence en göze çarpan konulardan birisi; dini inancı dolayısıyla başını örten Müslüman kadınların, satır aralarında kah “potansiyel kurban”, kah “potansiyel saldırgan” olarak birbiriyle çelişkili şekilde itham ediliyor oluşuydu… Ataerkil gelenekler bağlamında erkeklerin ezdiği kurbanlaştırılmış, zavallı ve kurtarılması gereken kadın kimliğiyle… 11 Eylül sonrası iyice kanıksanmış “önleyici savaş doktrinini” anımsatan “köktenci aksiyoner” kimlik… Birbiriyle ne kadar bağdaşıktır? Örtülü kadın kimliği; Avrupamerkezci standartlar nazarında, aynı anda hem zavallı hem de azılı, aynı anda hem kurtarılması hem de imha edilmesi gereken sürreal bir hınç nesnesi haline gelmiştir. 
Türkiye’deki uygulamalar, bu yüzden sadece Türkiye iç hukuku ile ilgili değildir. Avrupa’nın insan ve kadın düşüncesinde kendini hapsettiği iç çelişkiler sefaletine de son vermek açısından Türkiye içi uygulamalar son derece önemlidir… Taha Akyol’un ifadesiyle; “Devrim ve müdahale yaşamış bütün ülkelerde olduğu gibi bizde de hukuk eğitimi ve yargı kurumu uzun yıllardır ‘uyanık bekçi’ anlayışıyla yapılandırılmıştır. Halbuki çağımız yargının ‘tarafsız hakem’ olmasını gerektiriyor .”
Mesleğim gereği, savunmanın ve zorunlu olarak mağduriyetler üzerinden yükselen sesin içindeyim. Lakin savunmaya yaslanmış bu dilin, kadın kimliğini giderek bir “mağduriyet”ler heykeline çevirdiğini, adeta bir tür dondurucu etki yarattığını hissetmiyor da değilim…
“Elde var bir” zihniyetiyle, örtülü kadınları “mağduriyet kalkanı” haline dönüştürmek, özellikle politik retorikte, sivil toplum nutuklarında veya edebiyatta işimize yarayabilir belki… Fakat bu hal, kuşkusuz, “tükenmez bir hazine” değildir…
Strasbourg Yargı Makamı, kadın bağlamında “insan” sınavını kaybetti!
Peki ya biz?

Sibel Eraslan, Star, 11 Mart 2011

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*