Bediüzzaman cumhuriyetçi mi, demokrat mı?

İnsanlık; bugüne gelene kadar çok bedeller ödeyerek beş devir geçirmiş; vahşilikten göçebeliğe, kölelikten esirliğe, oradan, ücretli çalışana geçiş yapmış ve devam ediyor.

“Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.” 1

Bu tahlilleri yapan ve dünyayı kurulduğu günden beri bir kitap gibi okuyup bize reçeteler yazan Bediüzzaman, dünyayı içine alacak bir kalple hem kronikleşmiş meseleleri, hem de geleceği kurtarmak için ilim adına ne varsa hıfzına alarak yola koyulmuş.

O da herkes gibi (salihlerin yaptığı) bir mağaraya çekilir, evrad ve ezkârla meşgul olabilirdi.

Fakat o, dünyanın bu son yolculuğunda gelen nesilleri uçurumdan kurtarma için her şeyi dert edinmiş, köklü çözümler adına bütün bedelleri tek başına ödemek pahasına, değil taşın altına elini, bedenini, belki bütün ruh u canını ortaya koyarak, insanlığı kurtarmak adına şefkatin zirvesine seyahat etmiştir.

Bu yüzden Kur’ân deryasında kulaç atmış, bin yıldır birikmiş problemler içinde tamiratçı rolünü üstlenmiştir. Zira anlamış ki hürriyet olmadan hiçbir şey çözülemez. O yüzdendir ki o küçük yaşlarda medreseden medreseye koşmuş, orada gördüğü ilmî istibdata karşı çıkmış, dağların hürriyetini kendine mesken tutmuştu.

Bediüzzaman’ı muasırlarından ayıran en büyük özellik onun ifrat derecesinde hürriyetçi olmasıdır, öyle ki “hürriyet imanın hassasıdır” diyerek şeriatın tam merkezine alır.

Bediüzzaman, 1907’de Sadaret’e gelerek vazifeli olduğunu ilân etmesi hem ilminin mevhibe-i İlâhî olduğunu gösterdiği gibi, hem de büyük âlimlerin, filozofların ve devlet erkânının bulunduğu payitahtta fikirlerini açıkça beyan etmesi cesaretini ve hürriyetçiliğini gösterir.

Bu sebeple, ehl-i nifakın ve istibdatçıların şimşeklerini üzerine çekip, hem tımarhane hem de hapishane görür.

Aslında ulema iyi/kötü her şeyi biliyor, ama âlem-i İslâm’ın (Osmanlı’nın) çöküşüne çare bulamıyorlardı. Zira onlar asrı okuyamıyor, bin yıldır geleneksel saltanat anlayışıyla dünyanın değişimine “küfür rejimidir” diye uzak duruyorlardı.

HÂKİMİYET MİLLETİNDİR

Efendim “hâkimiyet milletindir” sözü küfürmüş, hâlbuki “hâkimiyet Allah’ındır, nasıl milletin olur?”

Elbetteki en küçük zerreden en büyük yıldıza, güneşlere kadar Allah’ın mülküdür ve O’nun hâkimiyetindedir. Bunda iman ehlinin şüphesi olamaz. Ancak Şûrâ Sûresi’nde “onların işleri istişare iledir” âyeti idaremizi bize bırakmış, birilerinin; ağanın, kralın, sultanın ya da hâkim bir zümrenin eline değil. Bu adeseden hâkimiyet, elbette milletindir. İşte bu hürriyetperverliğin müdafii olan Bediüzzaman, kalkınmamızın, saadetimizin zembereğini meşrûtiyette arar. Bu sebepledir ki, her türlü menfî şartlara rağmen kendisinin de şahit olduğu meşrûtiyetin ilânını alkışlar.

Adı meşrûtiyet, cumhuriyet, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları her ne ise, hürriyet bağlamındadır ve İslâmiyetin çerçevesini çizdiği tanımlamanın kapsamı alanındadır, manasız isim ve resimden ibaret değil.

Hürriyet-i şer’iyye sadece Rabbine kulluğu, insanlara köle olmamayı va’z eder. Ehl-i dünyanın dediği gibi istediğini yapar değil, ne gayrına ne de kendine zararı olmamasıdır. Bütün bu eksikliğine rağmen insanlığın geldiği nokta; demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarıdır. İslâm bu tanımlamaları hürriyet-i şer’iyye çerçevesinde kabul eder, reddetmez.

Buyrun, Cumhuriyet miydi, demokrasi miydi? tartışmalarına bir kaç orijinal cümle ile konulan nokta:

“Cumhuriyet ki, (O zaman meşrûtiyet, şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş.} adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.” 2

Evet hürriyet, meşrûtiyet (demokrasi) “bir mu’cize-i Peygamberî (asm) ve bir inayet-i İlâhî, Rahmân olan Allah’ın bir hediyesidir ve bu millet-i mazlumeye bir inayet-i İlâhîdir.” 3

Dipnotlar:

1. Mektubat.
2. Emirdağ Lâhikası.
3. Divan-ı Harbi Örfi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*