Bediüzzaman mânen yaşıyor

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatından pencereler

Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının 50. yılındayız. Aramızdan maddeten 50 yıl önce ayrılmıştı, ama mânen yaşamaya devam etmektedir. Çünkü o, “Mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” demişti. Şimdi Risâle-i Nurlar elden ele, dilden dile yayılmaktadır.

Risâle-i Nur Enstitüsü tarafından geçtiğimiz yıllarda Bediüzzaman’ın vefat tarihi olan 23 Mart tarihini içine alan hafta “Bediüzzaman Haftası” olarak kutlanmaya başladı. Bu haftada her yıl ayrı bir konu başlığı Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında çeşitli faaliyetlerle ülke çapında ele alınmaktadır. Bu yıl işlenecek ana başlık “Çağımız sorunlarına çözüm arayışları ve Said Nursî modeli”dir. Mart ayına baktığımızda bununla ilgili pek çok olay tevafuk etmiştir. Bediüzzaman’ın hayatından dünyaya açılan pencereler pek çoktur. Bazılarını hatırlamaya çalışalım:

Bediüzzaman, doğuda “Hayatımın gayesi” dediği Medresetü’z-Zehra’nın açılması için padişahla görüşmek maksadıyla 1908 yılının Şubat-Mart aylarında İstanbul’a geldi. Van’da bir gün Tahir Paşa, “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” demişti. İstanbul’a gelir gelmez âlimleri münazaraya dâvet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki ünlü âlimler, grup grup ziyaretine gelip sorular soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını doğru olarak veriyordu. Bundan amacı, Doğu Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati çekmekti. Yoksa Molla Said, katiyen hodfüruşluğu, övünmeyi sevmezdi. Her türlü gösterişten uzak olarak hareket ederdi. Yapmacık hareketlerden kesinlikle hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikametgâhının kapısına şöyle bir levha astırmıştı:

“Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.”

Genç yaşında böyle istisnasız bütün sorulara cevap vermesi, gayet ikna edici, beliğ ifade, harika hâl ve tavırlarıyla ilim adamlarını hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Onu “Bediüzzaman” ünvanına hakkıyla lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nadire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı. Hatta bu zamanlarda, Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi rektörlerinden Şeyh Bahîd Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, Şark’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelen Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul âlimleri, ondan bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek, bir münazara zemini arar. Bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda, Şeyh Bahîd Efendi, yanında âlimler hazır bulunduğu sırada Bediüzzaman’a, “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” diye sorar.

Bahîd Efendi, Bediüzzaman’ın geleceğe ait kavrama gücünü ve dünya siyasetini anlamak istiyordu. Bediüzzaman’ın verdiği cevap gayet kısa ve muhteşemdir:

“Avrupa, bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak.”

Bu cevap karşısında Şeyh Bahîd, “Bu gençle münazara edilmez; ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar vecîz ve beliğane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır” demiştir.

Nitekim Bediüzzaman’ın dediği gibi, haberlerin iki kutbu da gerçekleşmiştir. Bir iki sene sonra şeâir-i İslâmiyeye muhalif çok yabancı âdetleri alan ve yerleştiren Türkiye ile Avrupa’da Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı gösterilen güzel ilgi ve özellikle bahtiyar Alman milletinde gruplar hâlinde İslamiyeti kabul etmek gibi olaylar, o ihbarı tamamıyla doğrulamıştır.1

Bediüzzaman’ın seyahatleri

Bediüzzaman 31 Mart olayından sonra İstanbul’da fazla kalmaz2, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır (Mart 1910). Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı seyrederken, yanına bir Rus polisi yaklaşır, “Niye böyle dikkat ediyorsun?” diye sorar. Bediüzzaman, “Medresemin plânını yapıyorum” der. Polis merakla, “Nerelisin?” diye sorar. Bediüzzaman, Bitlisli olduğunu söyler. Rus Polisi şaşkınlıkla buranın “Tiflis” olduğunu belirtir.

Bediüzzaman gayet rahat bir şekilde “Bitlis Tiflis birbirinin kardeşidir” der.3 Rus Polisi bu cevaptan bir şey anlamamış olmalı ki, “Ne demek?” diye sözüne açıklık getirmesini ister. Bediüzzaman o karanlık günlerde geleceğe ait müjdeler yüklü şu sözlerle cevap verir:

“Asya’da, Âlem-i İslâm’da, üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde, birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacak. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, bende gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus Polisi şaşkınlığını kelimelere döker: “Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine!” Bediüzzaman, polisin bu ifadelerine şaşırmıştır. Aynı netlikte cevap verir:

“Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimâl verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı (gündüz) vardır.”

Rus Polisi bunların gerçekleşmeyeceği düşüncesindedir. Çünkü o tarihlerde İslâm âlemi parça parça olmuştur. Bediüzzaman İslâm âleminin içindeki keşmekeşliği, karışıklığı hayra yormaktadır. Onun hayatında ümitsizliğe hiçbir zaman yer yoktur ve olmamıştır da. Bediüzzaman İslâm ülkelerini sanki eğitim görmek için dağıldıklarını düşünmektedir:

“Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam’ın müstaid (istidatlı) bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır İslam’ın zekî bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlaahir…

“Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini (diploma) aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını afak-ı kemalatta temevvüc ettirmekle (dalgalandırmakla), kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilan edecektir.”4

Bediüzzaman’ın Rus polisine söylediği sözler kısa süre sonra gerçekleşmeye başlar. Parça parça olan İslâm âlemi toparlanma sürecine girer. Birer birer bağımsızlıklarına kavuşurlar.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 83-85;

2- Bediüzzaman’ın İstanbul hayatı önemli yere sahiptir. Bu konuda geniş bilgi için bkz: A. Menek, Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul Hayatı, Y.A.Neş.

3- Enteresandır ki, yıllar sonra Bediüzzaman Said Nursî’nin verdiği bu müjdeler gerçekleşmiştir. Şimdi Bitlis ve Tiflis belediyeleri aralarında anlaşarak karşılıklı kardeş şehir ilân etmişlerdir. Aynı zamanda burada Nur medresesi de bulunmaktadır.

İman ve hürriyet mücadelesi

Bediüzzaman Said Nursî, doğudaki aşiretler arasında gezerek verdiği dersleri daha sonra müstakil olarak Münazarat adı altında yayınlar. Münazarat’taki sözler siyasî ve ictimaî reçeteler hükmündedir. O günkü sözler bugün bile hâlâ tazeliğini korumaktadır.

Bediüzzaman yerinde duramaz. Van’dan Şam’a geçer (Mart 1911). Şam âlimlerinin baskısı ve ısrarı üzerine, Camiü’l-Emevî’de on bine yakın ve içerisinde yüz ilim adamı bulunan büyük bir cemaate karşı bir hutbe îrad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Daha sonra, buradaki hutbesi, Hutbe-i Şamiye adıyla basılmıştır. Bu Hutbe-i Şamiye, İslâm âleminin içinde bulunduğu maddî-manevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeplerden dolayı maruz kaldıklarını bildiren ve buna karşı kurtuluş çaresi gösteren ve bundan sonra İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-manevî en yüksek terakkîyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini aklî delillerle ispat eden, müjde veren çok değerli, bütün Müslümanlara, hatta insanlığa şâmil bir derstir, bir hutbedir. Hutbe-i Şamiye’nin baş taraflarında Bediüzzaman şöyle demektedir:

“Ecnebîler, Avrupalılar terakkîde istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustada (orta çağda) durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

“1. Ye’sin (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.

“2. Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

“3. Adavete muhabbet.

“4. Ehl-i îmanı birbirine bağlayan nûranî rabıtaları bilmemek.

“5. Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

“6. Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.”5

Bediüzzaman’da ilim sevdası

Bediüzzaman, Medresetüzzehra açılması fikrinden vazgeçmemiştir. İstanbul’da bulunduğu yıllarda devrin padişahları Sultan Abdülhamid ve Sultan Reşad’a bu düşüncesini kabul ettirmeye çalışmıştır. Abdülhamid’le görüştürülmemiş ve dilekçesi geçiştirilmiştir. Sultan Reşad’la görüşmüş, tahsisat ayrılmasını kabul ettirmiş, fakat Balkan Savaşının çıkmasıyla bu isteği yarım kalmıştır. Said Nursî, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinden aynı taleplerde bulundu. Bu maksatla Ankara’ya geldi. Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu süre içinde, Şark darülfünûnunun kurulması için uğraşmaktan kesinlikle geri durmadı. Bir gün milletvekillerine, “Bütün hayatımda bu darülfünûnu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilave ediniz” dedi.

O zaman, yüz elli bin banknot verme kararı çıktı. Bediüzzaman, bunun “mebuslar” tarafından imza edilmesini istedi. Bazı milletvekillerinin “Yalnız, sen medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Hâlbuki şimdi Garblılara benzemek lâzım” sözlerine Bediüzzaman:

“O vilâyat-ı Şarkiye (doğu illeri), âlem-i İslâmın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde (fen ilimleri) yanında, ulûm-u dîniye (din ilimleri) de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyâtı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.”6

2 Mart 1923 tarihinde BMM’inde Medresetüzzehra hakkında kanun teklifi verildi. Yüz altmış üç milletvekilinin imzasıyla kanun teklifi kabul edildi.

Bediüzzaman’ın ve

talebelerinin vefatı

Mart ayında vefat eden Bediüzzaman gibi yine bu ayda vefat eden talebeler de vardır.

4 Mart 1989 tarihinde Üstadın Kastamonu hayatında yer alan Nur talebelerinden ve önemli bir âlim olan Mehmet Feyzi (Pamukçu) vefat etti. Mehmet Feyzi, altı yıl boyunca Üstadın hizmetinde bulundu. Denizli (1943) ve Afyon (1948) hapishanelerinde Üstadla beraber tutuklu kaldı.

17 Mart 1944 tarihinde Nur talebelerinden Hafız Ali (Ergün) Denizli hapishanesinde vefat etti. Hafız Ali hayatını vakfettiği Risâle-i Nurları el yazısıyla yazarak çoğaltan ve bu konuda büyük gayretler gösteren kahramanlardan biridir. Üstad Nurların en çok yazılıp çoğaltıldığı yerlerden birisi olan İslâmköy’ü “Nur Fabrikası” olarak vasıflandırmış, Hafız Ali’nin de ihlâs ve hizmetlerinden dolayı o fabrikanın sahibi olduğunu belirtmiştir.7

23 Mart 1960 tarihinde B. Said Nursî Urfa’da İpek Palas oteli 27 numaralı odada sabaha karşı 82 yıllık ömrünü tamamladı. Ertesi gün Halilurrahman dergâhına defnedildi. Ömrü boyunca verdiği iman ve hürriyet mücadelesi yüzünden baskı altında kalan Bediüzzaman, 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra kabrinde de rahat bırakılmadı. Kabri kırılarak naaşı 12 Temmuz 1960 gecesi alınarak Isparta-Afyon civarında bilinmeyen bir mezara defnedildi.

Vefatının 50. yılında başta Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve onun ahirete göç eden talebelerini rahmetle anıyorum.

Dipnotlar:

5- Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 142-143

6- Bediüzzaman Said Nursi, aynı eser, s.226-227

7- Merhum Hafız Ali ile ilgili geniş bilgi için 17-19 Mart 2010 tarihlerinde Yeni Asya Gazetesinde yayınlanan yazıya bakınız.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*