Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra için yollara düştü

Bediüzzaman’ın hayatında “Medresetü’z-Zehra” adındaki üniversite projesi çok önemli bir yere sahiptir. Bunu şu sözleriyle ifade eder:

“55 yıllık gaye-i hayalim ve tam elli beş senedir Risâle-i Nur’un hakaikına çalıştığım gibi ona da çalışmışım.” 1
Bediüzzaman Said Nursî’nin, Van’da bulunduğu ilk yıllarda büyük projesi “Medresetü’z-Zehra”yı gerçekleştirmeye kısmen muvaffak olduğu söylenebilir.

Van’da kendi imkânlarıyla açtığı bir medresede, önceden belirlediği müfredata göre fen ve din ilimlerini beraber okutarak öğrenci yetiştirmeye başlamıştı. 1907 yılı sonunda, hayalinde düşündüğü Medresetü’z-Zehra projesini gerçekleştirmek için İstanbul’a geldi. 2 Önce Sultan Abdülhamid’le görüşmek istedi. Padişahla görüşmenin önünde büyük engeller vardı. Maksadını açıklayan bir dilekçe verdi. Kendisine verilen ihsan-ı şahaneyi kabul etmeyince kendisini tımarhanede buldu.
Bediüzzaman, 7 Haziran 1911 tarihinde Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine “Doğu Vilayetleri” adına refakat etti. 11 Haziran da Kosova’nın merkezi Üsküp’e vardılar. İdadiyenin balkonunda Sultan Reşat halkı selâmlarken, hemen yanında Bediüzzaman da vardı. Binlerce Üsküplü onlara büyük tezahüratta bulunmuştu. 16 Haziran’da Priştine’den Kosova sahrasına inen Sultan Reşat ve maiyetindekiler, orada Sultan Murad Hüdavendigâr’ın meşhedi önünde yüz bin kişi ile Cuma namazı kıldılar. O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm Darülfünûnunun (üniversite) tesisine teşebbüs edilmişti. Bediüzzaman, orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a “Şark böyle bir darülfünûna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir” dedi. Bunun üzerine, doğuda bir darülfünûn açılması için söz verdiler. Balkan Harbi çıkmasıyla, Kosova istilâ edildi. Bunun üzerine, Kosova’daki darülfünûn için tahsis edilen paranın Şark darülfünûnu için verilmesi talebi kabul edildi. Nihayet 26 Haziran’da geri dönen kafile mahşeri bir kalabalık tarafından karşılandı.
Bundan sonra Bediüzzaman Van’a gitti ve göl kenarında bulunan Edremit’te üniversitenin temelini attırdı. Bir süre sonra I. Dünya Savaşı çıktı. 3 Bu savaştaki kahramanlıkları Tarihçe-i Hayat’ta şöyle anlatılır: “Bediüzzaman, o harbde, gönüllülere cesaret vermek için, sipere girmeyerek, avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve rûhuna ilişir ki, ‘Şu anda şehit olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın, mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk mânâsı olmasın’ diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için, sipere dahi girmemiştir. Hatta bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, ‘Aman geri çekilsin!’ diye haber gönderdikleri zaman, demiş: ‘Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek…’ Hakîkaten, üç gülle ölecek yerine isabet ettiği halde, biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.” 4
Bediüzzaman Said Nursî, savaşta büyük kahramanlıklar göstermesine rağmen esir düştü. 18 Haziran 1918 tarihinde Rus esaretinden firar edip Varşova, Berlin, Viyana üzerinden İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişi 25 Haziran tarihli Tanin Gazetesinde şöyle yer aldı: “Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas Cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdi Efendi, ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.”
Bediüzzaman esaret günlerini de şöyle anlatır: “Harb-i Umûmide, esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarındaki küçük camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı… O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mûl bir sûrette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inayet-i İlâhiye ile harika bir sûrette kurtuldum. Ta Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu sûrette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilat ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.” 5
Bediüzzaman’ın İstanbul’da vatan ve millete hizmetini yakından takip eden Ankara hükümeti onu ısrarla Ankara’ya dâvet etti. 1922 yılı ortalarında (muhtemelen Haziran sonları) trenle Ankara’ya gitti. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından alkışlarla karşılandı. Bediüzzaman Ankara’da bulunduğu müddetçe Medresetü’z-Zehra projesi çalışmalarını sürdürdü. Bu konu Tarihçe-i Hayat’ta şöyle anlatılır:
“Bir gün mebuslar heyetine der:
‘Bütün hayatımda bu darülfünûnu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.’
O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, ‘Bunu mebuslar imza etmelidirler’ der. Bazı mebuslar diyorlar ki:
“Yalnız, sen medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Hâlbuki şimdi Garblılara benzemek lâzım.” Bediüzzaman:
“O vilayat-ı Şarkiye, âlem-i İslâmın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde [yeni fenler] yanında, ulûm-u dîniye [din ilimleri] de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teâvün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim:
“Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ’Ben şimdi, rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, ’Eyvah!’ dedim. `Ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakîkatli hamiyete çevirdim.
‘İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hali ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek, farz-ı muhal olarak, siz başka yerde dünyayı dîne tercih edip, siyasetçe dîne ehemmiyet vermeseniz de, her halde Şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.’ Bu hakîkatli maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, yüz altmış üç mebus o kararı imza ederler.” 6
Bediüzzaman, yukarıda kısaca anlattığımız gibi doğuda bir kampus içinde fiilen Medresetü’z-Zehra’yı kurmayı gerçekleştiremedi. Ancak ülke ve dünya çapında açılan Nur medreselerine baktığımızda bu mânânın bir vechesiyle gerçekleştirildiğini görürüz.

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, s. 843,

2- İstanbul’daki faaliyetleri için bkz. A. Kadir Menek, Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul Hayatı, YAN, İstanbul, 2008,

3- Emirdağ Lâhikası, s. 776,

4- Tarihçe-i Hayat, s. 178-179,

5- Tarihçe-i Hayat, s. 188-189,

6- Tarihçe-i Hayat, s. 227-229.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*