Bediüzzaman Said Nursî’nin Ankara’dan ayrılış sebebi…

Bediüzzaman Said Nursî’nin M. Kemal’le karşılaşmasından riyaset odasındaki ve daha sonraki görüşmelerde yeni “inkılâb-ı âzimin (büyük değişimin) temel taşlarının sağlam olması gerektiği” hakikatli nasihatlarına ve ikazlarına karşılık, kendi tâbirince “Anakara reisleri,” dinden tecrid plânlarını tek tek tatbikata sokmaya çalışırlar…

Doğrusu, Bediüzzaman’ın ve Birinci Meclis’teki mebusların şâhidliğiyle, “mebuslara, umûm kumandanlara ve ulemaya dağıtıp okutturduğu ve reisle (M. Kemal’le) şiddetli bir münâkaşaya sebebiyet veren beyannâme”den sonra Meclis’te elli-altmış mebus içinde karşılıklı fikir teâtisiyle başlayan süreçte M. Kemal’in ‘Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık; geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” sözüyle tırmanan tartışmalar tırmanır. Bedüzzaman’ın, “birkaç mâkul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, ‘Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” mukabelesiyle daha da alevlenir.
Ancak bütün bu görüşmelerde Bedüzzaman, daha İstanbul’da iken sezdiği bu “sinsî plânlar”a yakından şâhid olur. Tesbitlerinin doğruluğunu bizzat teyid eder. 1935’teki Eskişehir Mahkemesi’nde “Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutûvat-ı Sitte nâmındaki eserimle mücahedâtımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim, gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi…” diye ifâde eder…

ANKARA’YI İKAZ, ANKARA REİSLERİNİ “İNZAR”

“Ankara reisleri”nin “Bizimle beraber çalış” tekliflerini “Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz. Fakat size de ilişmez” sözleriyle reddeden Bediüzzaman, “Ankara ile neden anlaşamadığını” eserlerinde açıkça izâh eder. “Evet, ben Ankara reislerinde, hususan Reisicumhurda muannid ve büyük deha hissettim. Ve dedim, Bu dehayı kuşkulandırmakla an’anat (dinî esaslar ve şeâirler) aleyhine çevirmek câiz değildir. Onun için ne kadar elimden gelmiş ise, dünyalarından çekildim, karışmadım…” cümlesinin anlamı bu. (Tarihçe-i Hayat, 341-342)
Böylece Bediüzzaman, son raddeye kadar “tebliğ” ve “ikaz” vazifesini yerine getirerek, sözkonusu dinden ve mâneviyattan bîbehre sapmalara karşı gerekli bütün ikazları yapar; hakikat nazarında ve mânevî âlemde muarızlara hiçbir “mâzeret” bırakmaz. Bir İslâm âlimi olarak “inzardaki (ikazla hakka dâvette ve doğruyu bildirmedeki)” vazifesini ifâ eder.  (İşârât’ül İ’câz. 69, 94-95)
Din dışı gidişâtın, “beyyannâme”de belirtildiği gibi Kuvayı Milliye’nin mânâsına, kazanılan zaferin ruhuna ve İstiklâl savaşının, şehid ve gazilerin dâvâsına ve duasına aykırı olduğunu belirtir. Neticenin kötü olacağını bildirir. Bu kötülükten ve yanlış gidişten vazgeçirmeye didinir. Başta millî mücadele olmak üzere elde edilen başarıların, gayretlerin boşa gitmemesi için sakındırır…
Ne var ki “Meclis-i Mebusanda (Birinci Mecliste) dine karşı gördüğü lâkaytlık ve Garplılaşmak (Batılılaşmak) bahanesi altında Türk milletinin mefâhir-i tarihiyesi (tarihî iftihar vesileleri) olan şeâir-i İslâmiyeden (İslâmî esas ve alâmetlerden) bir soğukluk gördüğü için, meb’usların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının (devam etmelerinin) lüzum ve ehemmiyetine dair mebuslara neşredip dağıttığı” ve Kâzım Karabekir Paşa’nın M. Kemal’e okuduğu “beyânnâme”deki ihtarlarına rağmen, başta M. Kemal olmak üzere “Ankara reisleri” aksine “yeni rejimi” dayatmaya devam ederler. (Tarihçe-i Hayat, 218-219)
Bunun üzerine Bediüzzaman Peygamberî metodla, “fesâdın halka sirâyet etmemesi ve herkesin kendini tahâffuzu (koruması) için ve bu mesleğin (din dışı tatbikatın) fenâ olduğunu ilân eder.” (İşârât’ül İ’câz. 94-95)

“ANKARA REİSLERİ”Nİ İKAZ VE “ANLAŞAMAMA”

Bediüzzaman, hayatının mühim gâyeleri arasında gösterdiği, din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı “Medresetüzzehra / Şark Üniversitesi” projesine Sultan Reşad’ın verdiği ve Birinci Dünya Savaşıyla akim kalan on dokuz bin altın liranın, iki yüz mebus içinde yüzaltmış üç mebusun imzasıyla, yüz elli bin banknota iblağ edilerek kabul edilmesine rağmen, “Ankara reisleri ile çalışmama” kararını alır. “Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve ‘bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez’ diye dünyayı ve siyaseti ve hayatı içtimâiyeyi terkedip, yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim” cümlesiyle açıklar. (Şuâlar, On Dördüncü Şua, 314)
Bu hususu, “Reisicumhura gönderilen istidânın zeylidir ki, mecbur oldum yazmaya” başlıklı mektupta, “Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar” diye açıkça beyân eder. “Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur’ân’a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi” ibâresiyle özetler.
Peşinden “Beş yüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini hilâf-ı hakikat (gerçeğe aykırı) olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları, beni yirmi senedir bahanelerle tazip ediyorlar (işkence ve sıkıntı veriyorlar)” diyen Bediüzzaman, “Evet, mahkemede ispat ettiğim gibi, “Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-mânevî ganimetler orduya, cemaate verilir, tevzi edilir (dağıtılır); kusurlar, menfi icraatlar başa, reise verilir’ diye bir kaide-i hakikatle, ‘Kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez; belki (bilâkis) kusurlar, hatalar yalnız ona verilir’ diye, beni onu sevmemekle itham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla itham edip, onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikati mahkemede ispat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da ispat etmeye hazırım” müdafaasında bulunur.
Akabinde ise “Evet, çok emârelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir” hakikatıyla hulâsa eder. (Emirdağ Lâhikası, 248)
M. Kemal’in kendisini taltif etmek ve bütün vilayât-ı şarkiyeye vâiz-i umûmî yapmak için Ankara ya istediğini ve Ankara’ya gittiğini yazan Bediüzzaman, kendisini “onun dostluğundan vazgeçiren ve yirmi sene inzivada azap çekip dünyalarına karışmama” maddelerin başında, “Bir hadis-i şerifin, ahir zamanda an’anât-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânâsı çıkmış” diye bildirir. (Emirdağ Lâhikası, 248-249)

“MAKSAD, AVÂMIN İMANLARINI ŞÜPHELERDEN KURTARMAK”

Keza “Afyon Müddeiumûmîsi ve Mahkeme Reisi ve Âzâlarına” hukukunu müdafaa için yazdığı istidada, Mahkemede müddeiumûmînin (savcının) yanlış bir mânâ ile Beşinci Şua’ya dair suallerine, “kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına mânâsız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle olduğunu” belirtir:
“Evvelâ: Bu Beşinci Şua’yı hükûmetin eline geçmeden evvel biz mahrem tutuyorduk. Hem bütün taharrilerde (aramalarda) bende bulunmadı. Hem maksadı yalnız avâmın imanlarını şüphelerden ve müteşâbih hadisleri inkârdan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede, dolayısıyla bakar. Hem verdiği haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübâreze (kavga) etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor. Küllî bir surette, bir hakikat-i hadîsiyeyi beyân eder. Fakat o küllî hakikati bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni telif edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı, Dârü’l-Hikmet’ten daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra tanzim edildi, Risale-i Nur’a girdi” diye yazar.
“Bu Risale’nin o tarihten “kırk sene evvel, Hürriyetten (İkinci Meşrutiyetten) bir sene evvel” İstanbul’a gelen Japonya’nın Başkumandanının İslâm ulemasından sorduğu ve  İstanbul hocalarının kendisine havale ettikleri bazı dinî suallerin cevabı olduğunu anlatır. “Elbette ve elbette, hikmet-i hükûmet ve kanun-u siyaset ve düstur-u adâlet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişemez. Ve ilişen, herhalde ya evhâmından, ya garâzından veya inadından ilişir” tavzihini yapar. (Şualar, 312-313)

ANKARA’DA İLK ZEHİRLEME…

Ve Bediüzzaman’ın Meclis’te tifo salgını bahanesiyle mebuslarla beraber aşılanırken aşısına bir anda birkaç insanı öldürebilecek dozda zehir zerkedilerek zehirlendirilmesi, “Ankara reisleri”nin Bediüzzaman’dan rahatsızlığının en bâriz göstergesi olur.  O zamanki aşıların göğse tatbik edildiğini, Bediüzzaman’ın aşısının da kalbinin üzerine sol memesinin altına yapıldığını, lâkin İlâhî ve Kur’ânî muhâfaza ile vefatına kadar rahatsızlık veren o şiddetli zehirin tesir etmediğini, hatta vücuduna hiç yayılmadan sadece bir demir lira kadar bir yerde— simsiyah bir damga halinde—yüzlerce insanın müşâhadesiyle mahsur kalıp sonra da düştüğünü Bediüzzaman’ın yakın talabelerinden naklen anlatılır.
Hakikatte Bediüzzaman’ı bu “ilk zehirleme” hâdisesi, baştan beri Bediüzzaman’ı ilmen ve fikren mağlub edemeyip ortadan kaldırmak isteyen, 31 Mart hâdisesiyle alâkasını gösterip Divan-ı Harb-i Örfî’de ezmeye çalışan gizli din düşmanlarının sinsî imha plânları, mason ve farmasonların desiselerinin bir devamı ve açığa çıkan “ilk bedeli”dir.
Bediüzzaman’ın “Meclis’te on maddelik beyânatıyla başlayan, mebuslarla, komutanlarla ve devlet ricâliyle görüşmeleriyle devam eden sohbetlerinin ve derslerinin neticesinde dine karşı uyandırdığı alâkadan telâşa düşen gizli mahfillerin plânıdır. Daha sonra çoğu hapishanelerde sayıları yirmileri aşacak “zehirlemeler”in ilkidir…

DEVAM EDECEK

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*