Bediüzzaman ve manevî tahripçiler

Adem Aleyhisselâm ile başlayan iman ve inkâr mücadelesi çağlar boyu süre gelmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir. Zira bu dünya bir imtihan meydanıdır.

Ancak bu mücadelede Cenâb-ı Hak yarattığı kullarını kendi hallerine bırakmamış ve gönderdiği yüz yirmi dört binden fazla peygamberleri ve semavî kitaplarıyla onlara doğru yolu göstermiştir. Ama insanların kimi, peygamberlerinin yolundan gitmiş, kimi de peygamberlerine sırt dönmüş, hatta onları öldürmek cüretinde bulunmuşlardır. Allah (c.c.) insanların iradelerini zorlamayıp hür bırakmıştır. İnsan iradesiyle istediğini yapmakta serbesttir. Fakat iradesini şerde kullanmışsa, bedelini hem kısmen bu dünyada hem de tamamen âhirette ödemesi kendisine aittir. Akla kapıyı açmak, iradeyi elden almamak dinin temel bir kuralıdır.

Her zaman ve zeminde din nokta-i nazarından tahripçilerin bir mümessili olduğu gibi, tamir edenlerin de bir mümessili vardır. Meselâ; ilâhlık taslayan Nemrut’un karşısına tamirci olarak Hazret-i İbrahim’i (a.s.), “Ben sizin yüksek rabbinizim” iddiasında bulunan Firavun’un karşısına Hazret-i Musa’yı (a.s.) Cenâb-ı Hak gönderdiği gibi; “Bu ümmetin Firavun’udur” diye haber verilen Ebu Cehil’in karşısına da Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed’i (asm) vazifelendirmiş, o ve onun gibilerin tahribini Allah Resulüne (asm) tamir ettirmiştir. Daha sonraki zamanların tahripçi ve zalimlerine karşı da, Hazret-i Peygamber’in (a.s.m.) yolundan giden ve onun varisi olan büyük zatları görevlendirmiştir.

Bu iman ve inkâr mücadelesi gele gele âhirzamana kadar gelip dayandı ve mücadele dehşetli bir şekil aldı. Bu mânâları çok dikkat çekici bir tarzda nazara veren Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanının kuvvet bulacağını ve bunların tabiatçılığa ve maddeciliğe dayanan büyük deccalın ile İslâmlar içinde çıkacağı haber verilen Süfyan komitesi olduğunu söylüyor: “Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr edecek Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçerek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebeviyenin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.” (Mektubat, s. 94)

Burada bahsi geçen her iki mümessilin taraftarları arasında geçen bu dehşetli mücadele, silâhlı bir mücadele tarzında değil, tamamen ilim ve fikir zemininde olmak durumundadır. Zira dâhilde silâhlı mücadeleden Kur’ân men etmiştir. “Dinde zorlama yoktur.” âyetini tefsir sadedinde Bediüzzaman şu açıklamayı yapar: “Bu âyet, makam-ı cifri ve ebcedî ile 1350 (Milâdî 1936) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işari ile der: ‘Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik (ayırmak) ile, dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasi ve bir düstur-u siyasi oluyor. Ve hükümet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil, manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip teybin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak.” (Şuâlar s. 424)

“Âhirzamanda İslâm deccalına karşı, Hazret-i Mehdi çıkıp onun tahribini tamir için mücadele edeceğini” hocalardan dinleyip, dede yadigârı silâhlarını hazırlayıp kılıçlarını bileyerek hazır kıta haber bekleyen bir grup, Kastamonu’da Bediüzzaman’ı ziyaret ettiklerinde Üstad’ın kendilerine: “Kardeşlerim! Artık maddî kılıçlar kınına girdi, Kur’ân’ın manevî elmas kılıçları ortaya çıktı. Bundan sonra dinsizliğe karşı mücadelemiz bu manevî kılıçlarla olacak. Siz bu Risaleleri alın, hem kendiniz için yazın; hem de çoğaltarak etrafınıza yayın. Başka şeylere bakmayın” ikazını yapması ne kadar anlamlıdır.

“Hazret-i Mehdinin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, yani âlem-i İslâmiyet’te risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (asm) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mu’cizekâr manevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak.” (Mektubat s.747) Mehdi ve Süfyan isimleri, her iki tamirci ve tahripçilere verilen birer unvandır. Hakiki isimleri öyle olmak lâzım gelmez. Onlar ancak icraatları ile tanınırlar. Burası imtihan dünyasıdır. Hakikatlerin bir miktar perdeli olması imtihanın gereğidir.

İslâm dünyasına dört yüz küsur sene hilâfet merkezliği vazifesini gören bu vatanda, cumhuriyetin ilânından sonra ne kadar tahviller ve tahripler yapıldığı herkesin bildiği bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim’in öğretilmesi ve öğrenilmesinin yasaklanmasından ezanın Türkçe okutulmasına, okullardan din derslerinin kaldırılmasından camilerin ahır ve depo yapılmasına kadar her türlü tahrip gerçekleştirildi. Kur’ân-ı Kerim’e dil uzatıldı. Devletin en tepelerinden Hazret-i Peygamber’e (asm) en ağır ifadeler kullanıldı. Okul kitaplarına insanların tabiat tarafından yaratıldığı ve maymun soyundan geldiği yazıldı. Allah’ın varlığı inkâr edildi. Âhiret âleminin bir aldatmaca ve uyutma olduğu söylenildi. Bütün bunlar modernlik ve medeniyet adına, fen ve felsefe hesabına yapıldı. Bin seneden beri Kur’ân-ı Kerim’in bayraktarlığını yapan asil ve necip bir milletin evlât ve torunları dinden soğutulup soyutlanmaya çalışıldı. Din adamları susturuldu, korkutuldu ve çokları suçsuz yere asıldı. Dehşetli bir devlet terörü estirildi. Herkesin ümidi söndü, kolu kanadı kırıldı. Böylesine bunaltıcı ve karanlık bir atmosferde susmayan ve susturulamayan gür bir ses Türkiye semalarında yankılandı “Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek sada, İslâm’ın sadası olacaktır.” Bu sesin sahibi Bediüzzaman’dan başkası değildi. Ve bir Nur doğmuştu. Adına Risale-i Nur dendi. İman hakikatlerini iki kere iki dört eder kat’iyetinde ispat etti. Dinsizlik karanlıklarını kovdu. Yerine iman nuru ve aydınlığını getirdi. Risale-i Nur sünuhat denilen ilhama dayalı eserler olarak ortaya çıktı. Dinsizliğin, komünizmin ve masonluğun belini kırdı. İman hakikatlerine dair daha eser yazılmasına ihtiyaç kalmayacak derecede çok yeni izahlar getirdi.

Bahsi geçen mânâlara açıklık getiren Bediüzzaman “Risale-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor, belki külli bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bahusus avam-ı mü’mininin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’ân’ın i’cazıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle külli ve dehşetli yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak (ilâç) hasiyetinde mücerrep ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” (Kastamonu Lâhikası, s.55) demektedir.

Bahsi geçen izahlar çerçevesinde, Nur mesleğinin temel prensiplerini hakkıyla anlamaya ve hayata taşımaya çalışan bir cemaat olarak, âhirzamanın tahrip ve tamircilerini çok yakından tanıyor ve tamir safında yer alarak, iman hakikatlerine hizmetteki vazifemizi yapıyor ve vazife-i İlâhiyeye karışmıyoruz. Cadde-i Kübra-yı Kur’âniye olan meslek ve meşrebimizin temel prensiplerinden ayrılmamak ve taviz vermemek için âzamî gayret gösterip, gerektiğinde her türlü bedeli ödemekten de çekinmiyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*