Bediüzzaman’a kulak verilseydi, bugünkü dertler olur muydu?

PKK tehditleri, dil, bayrak, vatan tartışmaları, Güneydoğu probleminin devam ettiği bu günlerde, 103 senedir güncelliğini yitirmeyen şu reçeteye ne dersiniz?

1878 yılında Bitlis’in Hizan Kazasının İsparit Nahiyesinin Nurs Köyü’nde doğan Bediüzzaman Said Nursî, 1882’de başladığı tahsilini; 14 yaşında ders ve fetva verecek tarzda tamamlar.

1894’te, Van Valisi Tahir Paşa’nın kitap dolu konağında fizik, kimya, biyoloji, matematik, jeoloji, astronomi ve sair fen ilimlerini kendi kendine mütalâa ederek kitap yazacak ve uzmanlarıyla tartışıp onları mağlup edecek çapta öğrenir. (Kelam ilmi, iman esaslarını ispat ve izah eden İslâm ilim dalıdır. Bir anlamda İslâm felsefesi denebilir.)

Bugün bile halen tartışılan eğitim dili meselesine getirdiği çözüm ise çarpıcıdır. Bu cepheden de Bediüzzaman’dan tam 103 sene gerisindeyiz!

1907’de, var olan Türk-Kürt-Acem-Arap kardeşliğini, ittihad-ı İslâmı pekiştirecek, ilim birliğini temin edecek Medresetüz’zehra üniversitesini Ortadoğunun merkezi Van’da (şubelerini Diyarbakır ve Bitlis’te, daha sonra da bütün İslâm âlemine) tesisi için İstanbul’a gider. II. Abdülhamid’e projesini bütün detaylarıyla sunar. Yani, din ilimleriyle fen ilimlerinin yan yana okutulacağı üniversitenin hangi bölümlerden oluşacağı, geliri, gideri, öğretim üyelerinin vasıfları, hangi dillerin okutulacağı vs., bütün detaylarını projelendirir. 
Bugün bizi ilgilendiren ve toplumca hâlâ tartıştığımız ve bizi canımızdan bezdiren lisan meselesi teklifine gelince: İstibdadın her türlüsüne karşı olan ve hem Osmanlı Devleti’nin, hem de Doğu ve Güneydoğu’nun sağlam geleceğini

“Meşrûtiyet-i Meşrûa”da, dinî ilimlerle ‘tabiî’ ilimleri mezc etmekte görür; eğitim dili olarak;
-Arapça’ya vacip (farz),
-Türkçe’ye lâzım,
-Kürtçe’ye caizdir, der.

Yani, Arapça Müslümanların ortak dili, farz olmalı. Bu İslâm Birliğine. Türkçe ise, vatandaşların ortak dilidir, vatandaşlık birliğine hizmet eder. Kürtçe ise, etnik bir dildir ve caiz. Yani, insanları rahat bırakın, isteyen konuşsun, istemeyen konuşmasın.

İstibdata, yani diktatörlüğe şiddetle karşı olup tam bir hürriyetçi olan Bediüzüzzaman, fikirlerini pervasızca söylemesi o günün idârecilerini, II. Abdülhamid ile İttihad ve Terakki iktidarını telâşa düşürtür. Fizan, Trablus veya Taif’e sürgün teklif edilir. Veya yanlarına çekmek, susturmak, satın almak ve muvazaaya girmek isterler. Ondan kurtulmak için iki Mûsevi, bir Rum, bir Ermeni ve bir Türk doktordan ‘deli’ raporu alırlar ve Toptaşı Tımarhanesine gönderirler. Birkaç sefer onu tımarhâneye gönderip, çıkarırlar. Bediüzzaman muayeneye gelen doktora:

“Ey tabip efendi! Sen dinle, ben söyleyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim. Bizim doktorların fehmi hasta ve kendi raporlarıyla mecnun ve zabtiye nâzırı da hiddeti için divânedirler. Sen doktorsun, evvelâ o bîçâreleri tedâvi et!..” der ve Osmanlının içinde bulunduğu durumu anlatır. Doktorun teşhisi: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur!”

Rapor üzerine, Bediüzzaman Zaptiye Nezaretine (Emniyet Genel Müdürlüğüne) gönderilir. Genel Müdür Şefik Paşa: “Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış, memleketine döndüğünde o maaşı 30 lira yapacak. Ve bu seksen altını da ihsan-ı şahâne olarak sana göndermiş.”

“Maaş dilencisi değilim; bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Hem de bu suspayı rüşvetidir.”

“İrade reddolunmaz.”

“Reddediyorum, tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.”

“Neticesi vahimdir.”

“Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam, bir milletin kalbinde yatacağım; ne ederseniz ediniz. Ben maaşın kabulünden mazurum.”

“Eğitim meselesi, Bakanlar Kurulunda görüşülmektedir.”

“Maârifi tehir, maaşı tacil etmeniz acaba ne kaide iledir? Neden menfaat-ı şahsiyemi, menfaat-ı umûmiye-i millete tercih ediyorsunuz?”

Şefik Paşa’nın hiddeti üzerine, Bediüzzaman sözlerini şöyle sürdürür: “Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Anadolu’nun dağlarında büyümüşüm, bana hiddet fayda vermez. Nafile yorulmayınız…1

Ne dersiniz: Eğer Bediüzzaman’ın lisan teklifinin yanında; “Taklidi bırakıp tahkik üzerine oturan medreseler olarak temessül edecek maarif, yani eğitim; cehalet, fakirlik ve tefrikaya karşı ilim, çalışma ve birliktelik;
Ayrıca doğruluk, ihlâs, muhabbet, şefkat gibi ahlâkî değerlerde, millî-dinî hamiyet, iş ahlâkı, zaman tanzimi gibi prensipleri ihya edilseydi, bugün ne üniversite problemi, ne diktatörlük ve PKK belâsı olurdu!

Dipnot:

1-İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi, 44.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*