Bediüzzamanca yaşamak

Bediüzzamanca yaşamak, gönüllerde destanlaşmaktı. O­nu yazan kalemin heyecan ve helecanından telâşla kıpırdamasıydı. İlmik ilmik işlenmişti sevgisi yüreklere. Binlerce can uzanırdı o­ndan gelen bir emire. Seyda derken insanların gözü başka bir şey görmezdi.

Arabasıyla Emirdağ sokaklarından geçerken arkasından “Bediüzzaman Dede, Bediüzzaman Dede!” diyerek ayaklarının parçalanmasını göze alarak koşan çocuklar halinden oldukça memnundu. Şefkat kahramanı anneler o­ndan çok memnundu.

Bediüzzamanca yaşamak, savaşlarda kahraman, medresede âlim olmaktı. Bazen dost, bazen kardeş, bazen Üstad olmaktı. Heybetiyle yürürken yanındaki ağaçlar sallanır mı bilmem ama herhalde ehl-i zındıkanın yürekleri sarsılırdı. Ama dostlar o­na öyle ısınırdı ki, Denizli’den firakına dayanamayan Hasan Feyziler şehadet şerbetini içerdi. Âlem-i İslâmın tüm sıkıntılarını ruhunda hissedebilmekti. o­nca mahkemeye, hapse, iftiraya, tarassuda sabredebilmekti. Ve bu hallerde “Güzel gören, güzel düşünür” diyebilmekti.

Bediüzzamanca yaşamak, şefkatin şahikalarında dolaşıp bîçare günahkârlara bir zindan köşesinden ağlayabilmekti. Kendisine her türlü eza ve cefa çektirenlere hakkını helâl edebilmekti. Sonbahar o­nu hüzünlendirir, rikkatle esen rüzgâr o­nu duygulandırırdı. Hatırası silinmezdi zihninden, eski dost ve talebelerinden. Gurbetin, hasretin, firakın okları yüreğini bir bir dağlarken o dağlar gibi sebatla durur. “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” derdi. Keskin hafızası kimi zaman Van Başet’e gider, kimi zaman Horhor’da çağlar, kimi zaman Volga nehrinin kıyısında hazin geceleri hatırlar. Kimi zaman Barla sokaklarında, Çınar ve Katran ağaçlarında, Çam dağında yalnızlığı yudumlardı.

Bediüzzamanca yaşamak, tevazu ve mahviyetle yaşamaktı. Hep pürkusur, aciz, fakir, bîçare, hasta kardeşiniz o­nun sıfatlarıydı. Hizmette kusur edenleri, geçmiş hizmetlerinin hatırına affeder, kucak açardı. Sıkıntı ve ruh darlığından ortaya çıkan fena ve çirkin sözlerden dolayı birbirine küsen ve “Haysiyetime dokundu” diyenlere “Ben o fena sözleri kendime alıyorum” demek ve “Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda edebilirim” diyebilmekti.

Bediüzzamanca yaşamak, talebelerine “Kardeşlerim, siz hizmetinizi yapın ben size ahirette kefilim, ahirette sizin yükünüzü sırtımda taşıyacağım, merak etmeyin!” diyebilmekti. Cennet-âsâ baharların gelmesi için kışta gelen soğuğa, fırtınalara direnen o idi. Kelepçeler eline, demir parmaklıklar gözüne alışkındı. Kırlarda “Yaz kardeşim!” deyince Nur kâtipleri aralıksız yazar, sesin ta derinlerden bir yerden geldiğini hissedince Üstadı arar ve tekrar yazarlardı. Yazılanlar kalbe, ruha, akla şifa olurdu. Bugün bile hâlâ Risâlelerde o zamanın ihlâsının terennümleri hissedilmiyor mu?

Bediüzzamanca yaşamak, garip olmaktı. Ahirzamanda müjdelenen garip. Karakol karşısındaki evlerde garip, veda yolculuğunda Urfa’ya plakası çamurla giden arabasının içinde garip. o­n dokuz defa zehirlenmek, hastalanmak, ihtiyarlamak ve bu menfî şartlarda “Risâle i Nur” yazmaktı. Yazmalıydı ki gelecek neslin ve nesillerin ebedî saadeti tehlikeye girmesin. Yazmalıydı ki kabir o­nları sıkmasın, dünyadaki lezzetleri bile o­nlara acılaşmasın. o­nun bayramı “Risâle-i Nurların” matbaalarda telif edildiği gündü. Artık dünyadaki vazifesi bitmiş Cennetü’l-Firdevs’te Resûlullah’a (asm) komşu olmak için, ahirette âlimlere, evliyalara serdar olmak için, kendisini bekleyen Hafız Alilere, Mübarek Süleymanlara, Binbaşı Asımlara kavuşmak için ahiret pasaportunu almıştı. İpek Palas… 27 numara… O geceyi hiç unutamayacaktı. Çünkü o gece bu dünyadan göçen Bediüzzaman’dı, Garibüzzaman’dı, Bidatüzzaman’dı ve Üstad’dı.

Bediüzzamanca yaşamak, arkada bir avuç dünyalık bırakmaktı. Dünyalığı bir sepetin içine sığdırmaktı. Ama arkada iman-Kur’ân hizmetinde kendini bulmuş milyonlarca Nur Talebesi bırakmıştı.

Bediüzzamanca yaşamak, Saidce yaşamaktı, Saidlerin kalbinde yaşamaktı…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*