Barla’nın sürgün misafiri Nurslu Molla Said-i Meşhur, yâhud Said-i Kürdrî, yâhud Bediüzzaman, yâhud Said-i Nursi’iyi ziyarete geldim! Yıl 2009 ve aynı yaştayız: Elli…
Barla’ya iki yıl kadar önce, dağlar arasındaki bu küçük beldede ölüp gitsin diye sürülmüş… Kendi halinde, başında sarığı, sırtında cübbesi ile garip kıyafetleri olan, doğru dürüst Türkçe bilmeyen, ne söylediği kolay anlaşılmayan bu garip sürgün, Ankara iktidarının talimatıyla tehlikeli bir câniden bin misli daha tehlikeli ve zararlı muamelesi görüyor, sürekli göz hapsinde tutuluyor, kimsenin kendisiyle temas kurmasına izin verilmiyor ve aleyhinde şiddetli propagandalarla tecridine çalışılıyor.
Suçunu bilen yok, bütün söylenilenler tehlikeli bir rejim düşmanı olduğu yolundaki hezayanlardan öteye geçmiyor… Hiçbir düşman târifine uyan tarafı da yok: Yalnız, kimsesiz, aşireti yok, bilinen bir aileye mensub değil; silahı, silahlı adamları yok; coğrafyasından koparılmış, fakir, cübbesinde kırk yama var; üflesen yıkılacakmış gibi zayıf mı zayıf; başkasının bir günde yediğiyle on gün idare ediyor. Ordu kurmak, tarafdar toplamak, silâh edinmek için en ufak bir gayret şöyle dursun insanlardan kaçıyor, fırsat buldukça dere boyundan tırmanarak Çam Dağına çıkıp bazen günlerce yalnız kalıyor, Barla inzivasından daha koyu bir inziva olan dağların yalnızlığına sığınıyor…
Ama Ankara’da lâdini bir rejim kurmak için memleketi kasıp kavuran, İstiklâl Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûnlarla serhadlerin cengâver kavmi Türklerin nesillerini korkuya boğdurup iğdiş eden, Kürt bölgelerinde baş gösteren irili ufaklı isyanları ağır tenkillerle, katliamlarla bastıran iktidar sahipleri aksini söylüyorlar. Barla sürgünü, onların nazarında Kürt isyanlarından da, inkılâblara direnen Müslüman Türk halkından da çok daha tehlikeli, çok daha düşman…
Besbelli ki, başkasının görmediğini Ankara görüyor; Ankara’nın tek adamı, tek hâkimi görüyor… Kişi, hasmını gözünden tanırmış… Bu iki hasmın bir kaç yıl öncesine dayanan, Habil ile Kabil’in karşılaşmasını andıran Ankara karşılaşmaları ikisinin de birbirilerini bütün zerreleriyle tanımalarına imkân vermiştir. Bir daha asla bir araya gelmemek, asla barışmamak, asla dost olmamak üzere ayrılmışlardır… Ankara, hasmını o gün bütün dehşetiyle tanımış, ama halka anlatamamaktadır… Zirâ bu münzevi, bu doğru dürüst Türkçe konuşamayan, bu kendi halindeki insan kimsenin gözlerine bakmamakta, kimsenin de gözlerine bakmasına fırsat vermemektedir. Gözlerindeki şimşek parıltılarının kâinatı ihâta istidadına sahib olduğunu görmediklerinden, kendi halinde, yardıma muhtaç; garib ve gariban bir adam sanıyorlar.
Bu ziyareti onunla aynı yaşta gerçekleştirmek için seksen yıl geriye dönüyorum; 1928’de Üstad’la ile aynı yaştayım: Elli…
Kısa bir ziyaret olacak, yüzyüze görüşmeyeceğim, huzuruna çıkmayacağım, hissiyatımı kendisine ifâde etmeyeceğim, kırk yıla yakındır zihnimde taşıdığım sualleri kendisine sormayacağım. Beni tanısın, beni görsün istemiyorum… Lime lime döküldüğümü, hayatımın hiç bir devrinde kendisinin görmek istediği gibi olamadığımı; mürailikten, enaniyetten, korku ve endişelerden, tembellikten, dünya zevk ve iştihalarından, evlad-ü iyal sevgisinden, mal-mülk edinme telaşından, derin gafletlerden kurtulamadığımı yüzümü istilâ eden derin kırışıklıklardan, gözlerimdeki muvakkat mahcubiyet ve telaştan farketmesin istiyorum.
Evinin önündeki Çınar ağacını gören bir noktada, bir kuytuya sığınmış, ağacın dalları arasındaki çardağına çıkmasını bekliyorum… Birazdan oraya çıkacak ve Barla’nın derin uykusunu mırıltılarıyla rahmanî bir iklime çevirecektir. Onun için bekliyorum…
Nihâyet göründü işte… Pusuya yatmış ürkek bir câni gibi ürpertiler geçiriyor, tevbesi kabul olmamış Nasuh gibi tir tir titriyorum… Başında sarığı, sırtında krem rengi cübbesiyle çivisiz ağaç merdiveni asırlara tırmanır gibi basamak basamak çıkıyor…
Sindiğim kuytuluktan çıkıp karanlığın siyah peçesine bürünerek yürüyorum. Ağaçla aramızdaki mesafe azaldıkça koca çınar ağacının dallarına tünemiş binlerce serçenin kımıldanışları ile kesik kesik ötüşlerine karışan yaprakların hışırtısı büyülü bir eşik gibi ruhumu çekip alıyor.
Yarı baygın, kendimden geçmiş vaziyette çardağın altına varıp diz cökerek sağ tarafımı çınarın yaşlı gövdesine dayıyorum. Çıt yok… Binlerce kuşun mırıltısı kesilmiş, hareketleri donmuş, yaprakların hışırtısı yerini derin bir sükûnete bırakmış; Barla, İsrafil’in suru üflemek için beklediği zamanların mutlak sessizliğine dönmüş. Birden o âna kadar hiç duymadığım, hiç tasavvur ve hayâl etmediğim, hiç âşinası olmadığım bir Tekbir, gece ve Barla ile birlikte bütün kânitı sardı: “Allah-ü Ekber!”
Hira’da ilk vahyin ürpertilere boğduğu İki Cihan Server’inin hissiyatının bir gölgesinin tecelliyatı ile ürperdim. Kuşların mırıltılı Tekbirini yaprakların hışırtılı Tekbiri tâkib etti. Çınarın gövdesinden başlayıp yükselen Tekbirine, suskun dilime bedel dile gelmiş olan bütün zerrelerimin Tekbiri eşlik etti. Bir anda Barla’nın fukara evleri gibi, dağı taşı da dile gelmiş ve bu münzevi insanın imamlığında namaza durmuştu.
Ağlar gibi, inler gibi, eninâne, hâzinãne okuduğu Fatiha’yı aynı âhenkle zamm-ı sure tâkib etti… Sonra diğerleri…Ne kadar namaz kıldı, kâinat onun imâmlığında hangi ihtiyaçları gözyaşları içinde Dergâh-i İlâhi’ye arzetti, bilmiyorum, tâkib edemedim… Küçücük bir zerreye inkılâb etmiş, kâinatta hisseme düşebilecek kadar bir varlığa dönmüştüm: Küçücük, ama çok küçücük, fâni, âciz bir zerre… Bu dünyanın geçici ve kıymetsiz bir misafiri; nefsin haddinden bin misli değer telkinleriyle iğfal ettiği bir zavallı olmuştum, bu nurânî Barla gecesinde…
Saatler süren namazı, gözyaşları içinde upuzun bir dua tâkib etti… Kâinatın korosu bu serzâkirin duasına sadece velveleli “Amin!”lerle iştirak ediyor…
Şafağa yakın bir vakitte kendime gelir gibi olunca Çınar’a nâzır evlerin pencerelerine baktım. Şaşkınlıkla gördüm ki, Barla da uyanık, Barlalılar uyumuyor… İşte şu pencerenin önünde yaşlı bir nine gözyaşları içinde, “Amin, Allah-ümme Amin!” diyor. Çaprazdaki evin penceresinden bembeyaz sakalının gözyaşlarıyla ıslanmış ürpertilerini Bediüzzaman’ın duasına bağlayan ihtiyar, huşu içinde, “Amin!” diye hıçkırıyor. Beri taraftaki evin kapı aralığından gelinlik çağda bir genç kızın zeytin tanesi gözleri iki çeşme gibi akıp duruyor. Hemen karşısındaki bir başka pencereden bir delikanlının göğüs kafesinin parçalanmak üzere olduğunu görüyorum… Ve Bediüzzaman Ankara’yı dehşete salan duaların gecelerinden bir geceyi daha tamamlamaya, aydınlık bir güne bağlamaya çalışıyor ve dua yüklü sesi kulaklarımda uğulduyor:
“Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim!
“Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet süratle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.
“O kabir, bu dâr-i fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, katî bir yakîn ile anladım ki, hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
“Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim!
“Küllü atin karibün!” sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”
“İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”
“İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve menceyok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:
“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.
“Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim!
Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi’, hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.”
Derin bir sükût dua olup arşa yükselmeye başlayınca Üstâd’ın sabah namazı için eve geçeceğini anlayıp doğruldum… Utanmadan, mahcub olmadan, gözlerinin içine baka baka gerçekleştirebileceğim bir ziyaretin hazırlıkları için oradan hızla ayrıldım… Köşebaşında burun buruna geldiğim iki jandarma neferi hortlak görmüş gibi yüzüme baktılar. Birisi, “Yoksa Hoca’ya mı?” geldin diye sordu dehşetle… “Ne gezer!…” dedim. “Bende Hoca’yı ziyaret edebilecek liyakat nerede!..” Derin bir nefes aldılar… “Ama mutlaka ziyaretine geleceğim, hazırlanmak için dönüyorum!” demedim, diyemedim… Gecenin büyüsü bozulmaya yüz tutmuş ve bir dünya sabahına uyanıyordum, ebediyete uyanır gibi, yâhud gaflete…
Çamlıca’nın minarelerinden saba makamından ezanların dâveti yükseliyor… İstanbul’un dağdağalı, meşakkatlı bir günü daha başlamak üzere…
Barla’nın münzevi sürgünü bugün bütün dünyada gönüllerin sultanı, bir saâdet müjdesi… Anakara, azab dolu bir sekâratı yaşıyor… Ama Barla benden çook uzakta, nefis mesafesinde…
Benzer konuda makaleler:
- Herşey başka Barla´da
- Duâ her derde devadır!
- Barla… Ah Barla !
- Mahremce bir arzuhal
- Barla’nın baharında
- Mühim bir vazifemiz: Kur’ân öğretmek
- Mühim bir vazifemiz çocuklara Kur′ân öğretmektir
- Ölüm eğitimi
- Çocuklara Kur’ân öğretmek
- Nurlu simalar Barla’da buluştu
Hakkın hâtırı âlidir, hiçbir hâtıra fedâ edilmez.
Maşaallah… Bu kadar mı derinden hissedilir ve bu kadar mı güzel anlatılır. Allah ebeden razı olsun kardeşim…