“Burdur Şahitleri”nden Abdulgani Aras beyin, Üstad Bediüzzaman’la olan görüşmesi ve kendisinin hayat serencamıyla ilgili hatıralar, bir roman tadında olup aynı zamanda bir devrin dramını akıcı bir üslûpla işlemektedir. Olayların tamamen yaşanmış olması da, bir belge değeri taşımaktadır.
Bediüzzaman’ın Burdur hayatına dair yeterli bilgi ve belgeye sahip değiliz. Yapılan araştırmalar sadece şahitlerin anlatımıyla sınırlı kalmıştır. Ama ne yazık ki şahitlerin anlatımında da konu bütünlüğünü yakalayamıyoruz. Çünkü her şahit değişik şeylere temas etmiş, bazı durumlarda da yer ve şahıs isimlerinin birbirine karıştırıldığı gözlenmiştir. O döneme ait devlet arşivlerinin hâlâ kapalı olması araştırmaları zora sokmaktadır. Bizler de bugüne kadar yeterince anlatılamayan Burdur şahitlerinden Abdulgani Aras Beyin, Üstad Bediüzzaman’la olan görüşmesini ve kendisinin hayat serencamını sizlerle paylaşmaya çalışacağız.
1977-78 yıllarında henüz lise çağlarında iken, Derviş Nurdağ Beyin evinde tanışma fırsatı bulabildiğimiz Abdülgani Beyin Savur’dan Mardin’e geldiğini duyar duymaz, kendi dilinden Üstad ile ilgili hatıralarını dinlemek üzere hemen toplanır, gece yarılarına kadar sohbetlerine katılırdık. Derviş Nurdağ bu sohbetleri kasetlere almış ve yayınlanmak üzere Necmeddin Şahiner’e vermiştir; fakat Şahiner’in elim bir trafik kazası geçirmesi ve akabinden ev taşınmaları, arşivlik yüzlerce kasetin karışıklığına yol açmış ve bir türlü bu çalışma yayınlanamamıştır.
1999 yılında bu hatıraların bir kısmı, Derviş Nurdağ’ın Şaban Döğen’e anlatımıyla gazetemizde yayınlanmıştır. Daha geniş bilgi edinmek amacıyla Abdulgani Beyin oğlu olan Sirkeci 4. Noteri M. Asaf Aras Beyle mekânında görüşmüş ve isteğimizi kendisine iletmiştik. Kendileri bizleri kırmayıp kendi el yazılarıyla rahmetli babaları Abdülgani Beyle Bediüzzaman arasında geçen tatlı hatıraları kaleme almıştır. Anlattıkları hatıralar bir roman tadında olup aynı zamanda bir devrin dramını akıcı bir üslûpla işlemiştir. Olayların tamamen yaşanmış olması da bir belge değeri taşımaktadır. Çevresinde Hacı Asaf Bey diye bilinen, sayılan ve çok sevilen Asaf Beye çalışmamıza katkılarından dolayı teşekkürü bir borç biliriz.
BEDİÜZZAMAN BURDUR’DA
1925 yılının Şubat ayı başlarında patlak veren Şeyh Said hadisesini bahane eden devrin iktidarı, çıkarılan iskân kanunuyla bölgenin önde gelen maddî-manevî güçlü ailelerini ve şahısları, batıda mecburî iskâna tabi tutmuştu. İşte Bediüzzaman da Van’da elini dünyadan tamamen çektiği yerinden alınıp Burdur’a sürgüne yollanır. Bu, Bediüzzaman’ın hayatında Cumhuriyet döneminin ilk sürgünüdür. Burdur, Nur hizmetinin ilk merkezi olup, Risâle-i Nur’un çekirdeği hükmünde olan “Nur’un İlk Kapısı” isimli ilk risâle burada telif edilmiştir. Bediüzzaman Burdur’da kaderin sevkiyle nefye gelen Savurlu aile ile tanışır. Gariptir otuz beş sene önce yine Mardin’den Bitlis’e nefyedilirken Savur’da namaz kılmak için kayıtlarının çözülmesini ister. Jandarmalar isteğine kulak asmayınca namazın kerâmetiyle kayıtlar kendiliğinden çözülür ve hemen namaza durur. İşte yine bir başka sürgün olayında Savurlu aile ile beraberdir.
BURDUR ŞAHİTLERİNDEN BİR PORTRE: ABDÜLGANİ ARAS
A. İlk Hayatı, Gençliği ve İdeali:
1321 (1905) yılında Savur’da dünyaya gelen Abdülgani, kalabalık bir ailenin oğludur. Babası Hamdin beyin ikinci karısındandır. Annesi Musul eşrafından Zeynep hanım olup, soyu Hz. Ömer’e (ra) dayanmaktadır. Hamdin beyin diğer eşinden 8 erkek çocuğu olmasına rağmen, Abdülgani çocuk yaşta zekâsı ve becerileriyle kalbinde taht kurmuştur. Çocuk yaşta babasının her işine koşturur olmuş, çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile babasının güvenini kazanmıştır. Okul çağlarında başarılı bir öğrencidir. Aldığı rüştiye eğitimi sırasında Arapça ve Farsça dersler de almıştır. Okulu en iyi derece ile bitirdikten sonra sıra İstanbul’da hukuk okumaya gelmiştir. Annesi Zeynep Hanım ayrılığa katlanmaya razıdır; ancak babası Hamdin Bey karşı çıkar. Hamdin Bey der ki; “Oğlum hayatı boyunca bir ekmeği bir kavak fiyatına satın alsa bile (bir kavak ağacının bir altına satıldığı düşünülürse) ona ve çocuklarına yetecek kadar malım mülküm var, kavakların idaresinde bulunması okumasından daha iyidir.” Böylece İstanbul’da okunulacak hukuk tahsili hayali suya düşer.
B. Sürgün yılları ve Bediüzzaman ile tanışma:
Yıllar çabuk geçer, Abdülgani artık genç bir delikanlıdır. O sıralarda TC yeni kurulmuştur, iç karışıklıklarla uğraşılan Türkiye’de Şeyh Said hadisesi olarak bilinen olay meydana gelmiştir. Zamanın hükümeti tedbir olarak bu olaya karışsın veya karışmasın Doğu ve Güneydoğu’da sivrilmiş bütün ağaları ve beyleri batıya sürgün kararı alır.
Abdülgani’nin ailesi de Osmanlı devleti tarafından derebeyi tayin edildiği için hedeftedir. Dedesi Hacı Abdullah beyin, Mardin ve civarının yönetimi için görevlendirildiği ve kendisine bey ünvanı verildiğini belgeleyen padişah fermanları mevcuttur.
Savur’da aileyi çekemeyen bazı kişilerin şikâyeti ile Savur Beyleri için de sürgün kararı çıkar. Şeyh Said hadisesi, resmî devlet görüşüne göre ‘Kürt isyanı’ olarak kabul edilmesine rağmen Kürt olmayan bir aile sürgüne gönderilir. Sürgünün amacı aileyi bölmektir. Abdülgani Burdur’a, babası Hamdin Bey İzmir’e, daha sonra da annesi ve kardeşleri Balıkesir’e gönderilmiştir. Abdülgani, Burdur’da amcazadesi Sırrı Bey ve Mardinli eşraftan bir bey ile kiralık ev tutarlar ve beraber yaşamaya başlarlar. Geçim kaynakları, Savur’da pek çok olan kavak ağaçları tarlalarıdır. Ancak zaman içerisinde bu mal mülke el konulur. Bunların bir kısmını devlet alır, bir kısmı da vatandaşlar tarafından zapt edilir. Nasıl olursa bunlar bir daha geri dönmez gerekçesiyle el konulur. Hatta Hamdin Beyin evi yakın zamana kadar kaymakam lojmanı olarak kullanılmıştır.
Burdur’da menfâ olarak tabir edilen sürgün hayatı zorluklar içinde başlamamıştır. Çünkü Savur’dan para gelmektedir. Memleket yemekleri pişmekte, misafirler ağırlanmakta, dâvetler verilmektedir. Hatta bazı günler müzik eğlenceleri düzenlenmektedir. Burdur’da her gün karakola gidip ‘Ben buradayım’ beyanında bulunmak zorundadırlar. Her sabah sürgündekiler karakola gidip imza atarlar.
Abdülgani, bir gün bu imza sırasında karakolun bahçesinde çimlerin üzerinde yatan bir kişi görür. Sürgüne gönderilenlerden biri olabileceği düşüncesine kapılır, karakoldakilere sormak, onunla ilgilenmek ne mümkün. Hemen, ‘Onunla ne konuştun, nereden tanıyorsun?’ sorgusuna başlarlarmış. Fakat Abdülgani’nin medenî cesareti son derece iyi, babası Hamdin Beyden hukuk bilgisine sahiptir. İçi cızlar, bu yerde yatan kişi ile konuşmak, kim olduğunu öğrenmek ister. Görevli polis memuruna sorar, ancak ters cevap alır. Karakolun amirine gider, münasip bir lisanla isteğini anlatır. Amir toleranslı davranır, bu kişinin bu sabah geldiğini ve adının Said olduğunu söyler, ancak daha fazla bilgi veremez. Çimlerin üzerinde yatan zâtın yanına gider. Üstad, gözleri kapalı bir şekilde yatmaktadır. Israrlı sorgular neticesinde yerinden doğrulur, bu defa kendisi karşı sualler sormaya başlar. Abdülgani cevaplar: Savurlu olduğunu, Hamdin Beyin oğlu olduğunu ve Burdur’da sürgünde olduğunu anlatır. Sonra Üstad, kendisinin Molla Said olduğunu söyler, Burdur’a yeni geldiğini ve kalacak yerinin de olmadığını belirtir. Abdülgani bu zata ısınmıştır. O da Abdülgani’yi sevmiştir. Sohbet ilerledikçe sohbete karakol görevlileri de katılır. Abdülgani, Molla Said’e isterse kendileriyle beraber aynı evde kalabileceğini söyler. Karakola da ricada bulunur. İstenildiğinde hazır bulundurma taahhüdü karşılığında Abdülgani ile birlikte eve gitmesine izin verilir ve birlikte yola koyulurlar.
Bu olayı teyit eden Derviş Nurdağ’ın anlattıkları da dikkat çekici. Takip edelim:
“Burdur’da kaldıkları ev iki katlıdır. Her biri ayrı bir yere nefyedilen ailenin bir ferdi olan Abdülgani de Burdur’da bulunmaktaydı. Her gün karakola ispat-ı vücud etmek zorundaydılar, sürgünler. İşte bu maksatla karakoldaydı Abdülgani. O gün gördükleri yüreğini sızlatmıştı onun. O soğukta karakolun karşısında, açıkta, elli yaşlarında bir adam ayakları üzerine çökmüş durmaktaydı. Taş kesilmişti adeta. Hareketsizdi. Donmuştu sanki. Hiç acımıyorlar mıydı onu soğukta bırakmaya? Bu hâle dayanamayan bir polis memuru da peşinden koşmuştu. Bu kadar merhametsizlik olmazdı. Bu zemheride bir insan nasıl donmaya bırakılabilirdi? İnsan, faraza katil de olsa bu hareket ne kanuna, ne insanlığa sığardı. Elini, ayağını hareket ettirdiler. Kıpırdamıyordu. Nihayet yerinden kaldırıp zorla hareket ettirdiler. Eline ayağına yavaş yavaş can geldiğini gördüler. İzin alıp onu, kiraladığı evine götürdü Abdülgani.”1
Abdülkadir Badıllı’nın, yayınladığı Mufassal Tarihçe-i Hayat adlı eserinde Bediüzzaman’ın Burdur’da eziyet ve işkence görmediğini söylemesi karşısında bu şahit olunan hatıralar düşündürücüdür.
Evinin bahçesinden bir su arkı akmaktaydı Abdülgani’nin. Sonradan Said Nursî olduğunu öğrendiği bu zat, donmanın ancak tam olarak böylece açılabileceğini düşünerek, “Siz yukarı çıkın. Ben şu suyla bir banyo yapayım” dedi. Güzel bir havuz vardır. Çeşmeden devamlı bu havuza gürül gürül su akmaktadır. Yatak odaları üst kattadır. Avludan içeri girer girmez, Molla Said’in ilk işi, bu havuzda gürül gürül akan sudan abdest almak olur. Daha sonra havuzun kenarında oturup dinlenir. Abdülgani misafirine yukarıdaki odada dinlenmesini teklif eder…. Odaya çıkılır ve misafire tahsis edilen odada kalır. Evin diğer bireyleri akşamleyin eve gelir. Onlar da misafirle tanışırlar. Ancak misafir, ikram edilen hiçbir şeyi kabul etmemektedir. Kıldığı uzun namazlardan, zikirden sohbetlere çok az bir zaman kalır. Sohbetlerde devamlı alçakgönüllülüğü elden bırakmaz. Kendisine Molla Said denilmesini ister. Abdülgani’ye ise “Sen seyyidsin” diye iltifatta bulunurdu. Her sabah, sabah namazını kaçırmamak için ev halkına ‘Hayye ale’s-selâ’ diyerek onları uyandırır. Abdülgani gecenin hangi saatinde uyansa misafirini namaza durmuş olarak görürdü. Bu zatın ne zaman uyuduğunu, ne yediğini, ne içtiğini bir türlü anlayamıyordu.
Bir defasında ona para yardımında bulunmak ister, der ki: “Şeyhim, memleketten para geldi. Bir kısmını sana takdim etmek istiyorum.” “Çıkar bakalım, ne kadar paran var der?” Molla Said. Abdülgani bütün parasını çıkarıp önüne koyar, “Buyur, buradan istediğin kadar alabilirsin” der. Molla Said sorar: “Bu paralar senin mi?” “Evet” der Abdülgani. “Hayır” der, “Bu paralar senin değil, onun için alamam.” Israr eder Abdülgani, paranın memleketten geldiğini ve kendisinin olduğunu anlatır. Ancak aldığı cevap yine olumsuzdur. Molla Said der ki: “Bu paralar senin olsaydı alırdım, ama senin değil. Çünkü bu paraları bir müddet sonra harcayacaksın, bu paralar başkasının olacak. Onun için senin değildirler. Senin olmayan bir şeyi ben senden alamam” der. Bu ince meseleyi anlamaya çalışır Abdülgani ve ısrar etmez.
Yine bu para almama meselesi ile ilgili bir başka hatırayı dinleyelim:
”Bir süre sonra ziyaretlerine gelen iki milletvekilinin o günün şartlarında hediye olarak verdiği 500 lira gibi büyük bir rakamı da kabul etmeyecek, onların girdikleri menfi tavır sebebiyle olsa gerek ki, ‘Bunu cehennemde Deccal ile birlikte yiyiniz’ diyecekti. Hatta o görmeden kilimin altına koydukları 250 liralık kâğıt parayı da kaldırıp yüzlerine fırlatacaktı. İman ve Kur’ân’a savaş açmış kimselere destek mahiyetindeki hiçbir hareketi kabul etmeyen Said Nursî, onların bu menfî tavırlarına karşı böyle davranmaktaydı.”2
Bir başka sohbette Abdülgani, gençliğin verdiği sabırsızlıkla Molla Said’e dert yanar: “Memlekette haksızlığa uğradık, malımıza mülkümüze el konuldu, güç durumda kaldık” diyerek endişesini dile getirir. Molla Said: “Oh oh ne iyi olmuş” der ve geçiştirir. Bu cevaba üzülen Abdülgani: “Şeyhim, ben sana derdimi anlatıyorum, bana teselli vermeni, sabır dilemeni bekliyorum, sen ise ‘Ne de iyi olmuş’ diyorsun” der. Molla Said tekrar eder: “Oh oh, ne iyi olmuş.” Abdülgani daha da üzülür, susar konuşmaz. Söze devam eder Molla Said: “Belki bu malda haksız bir kazanç vardı, belki hakkınız olmayan bazı şeyler bu mala karışmıştı. Bunun dünyanda haksız bir şekilde elinizden çıkması sizin için daha hayırlı olmuştur. Onun için ‘Oh ne iyi olmuştur’ diyorum. Allah’ın iyi kullarısınız ki bu böyle olmuş” der. Abdülgani rahatlar teşekkür eder Molla Said’e. Günler günleri kovalar tam 6 ayı beraber geçirirler.”
Namaz, zikir, ibadet bazen de sohbet… Günler böylece geçti. Birbirlerini sevmişlerdi. Namazını düzenli bir şekilde kılıyordu Abdülgani. Her gece üçte kalkıp sabah namazına kadar ibadet eden Said Nursî ise namazını edadan sonra, sabah namazını kılması için Abdülgani’yi uyarıyor, o da kalkıp namazını kılıyordu. Fakat Said Nursi’nin ibadetleri de dikkatini çekmişti Abdülgani’nin. Acaba sabah namazını nasıl kılıyordu? Bir gece erkenden kalktı. Güzel bir bahar günüydü. Bediüzzaman sabah namazını kılmak için bahçeye güllerin, çiçeklerin arasına inmişti. Hava aydınlanıyordu, Abdülgani ise seyre başladı. Onun namaz kılışı bile diğer hareketleri gibi bambaşkaydı. Bir tekbir alışı vardı ki, öyle bir tekbiri hiç kimseden duymamıştı. Nitekim talebelerinden Re’fet Barutçu’nun da, Üstadın namazı dikkatini çekmiş, bunu, “Üstadın arkasında kılınan namazın hazzı bambaşka. İlk tekbir aldıklarında âdetâ yer gök sarsılır. Aman ya Rabbi, o ne huşû, o ne mûnis seda, tarif edilmez” diye anlatmıştı. Abdülgani de öylesine duygulanmıştı ki, onun secdeye vardığında bahçedeki çiçek ve güllerin de birlikte secdeye vardıklarını görmüş, gözlerine inanamamıştı.”3
Pek siyasete karışmaz Molla Said. Abdülgani’ye de karışmamasını söyler. “Siyaset iki tarafı da keskin olan bir kılıca benzer, nereden tutarsan o kılıç elini keser” der. Bu nedenle siyasetten uzak durulması gerektiğini anlatır. Hatta Abdulgani’ye hiç siyasetle ilgilenmemesini tembihler. Abdülgani bu siyaset şartının önemini sonraları anlayacaktı.” Meselâ Said Nursî, onun Savur’da görev yapmış, o anda Burdur’da bulunan ve o günkü idarenin bendesi olmuş kaymakam, emniyet müdürü ve milli eğitim müdürleriyle dostluklarını kesmesini istemişti ki, onu büyük bir manevî vartadan kurtarmaya yönelik bir hareketti bu.”4 Çünkü bir süre sonra Bediüzzaman’ın dostluklarını yasakladığı kişilerin adları siyasî komplolara karışacak ve hepsi tutuklanacaklardı. Böylece Bediüzzaman’ın tavsiyesiyle hareket eden Abdülgani büyük bir tehlikeden kurtulacaktı.
Abdülgani maddî sıkıntıları azaltmak için babası, annesi ve kardeşleri ile bir vilayette iskâna tabi edilmeleri için müracaatta bulunur. Müracaatı yerinde görülür ve ailenin Balıkesir’de birleştirilmesi müsaadesi çıkar. Biran evvel yola koyulmak ister, heyecanlıdır. Önce İzmir’e gidecek orada babasını görecek, onu da alıp Balıkesir’e annesinin ve kardeşlerinin yanına gidecekler, hasret bitecek, birlikte yaşayacakları günler başlayacaktır. Babasıyla mektuplaştıklarında, baba Hamdin Bey en çok Abdülgani’yi özlediğine yanar. Fakat izinli bile gidip görüşmek imkânsızdır. Çünkü izin bile vermezler sürgünlere. Bu nedenle acele eder. Önce Molla Said’e gider, müjdeli haberi verir, çok sevinçlidir. Fakat Molla Said sakindir. Abdülgani’nin sevincini geçiştirir. Vedalaşırlar, Abdülgani bu büyük zatın sohbetlerinde epey keyif almaktaydı, bu nedenle: “Şeyhim bir daha görüşmek kısmet olmayacak mı acaba?” der. Molla Said, “Ölünce görüşeceğiz inşaallah, maal memat inşaallah” der. Abdülgani; “Ölünce hepimiz mahşerde görüşeceğiz, Üstad Hazretleri herhalde onu ima etti” diye düşünür. Ve ayrılırlar İzmir’e doğru trenle yola koyulur.
Bediüzzaman’ın sürgün dosyası ile ilgili belge.
Sürgün yaraları
Abdülgani Bey babasına kavuşmanın heyecanı ile sabırsızlanır. Tren Basmane Garına varınca babasıyla karşılaşacağını umar. Tren durmuş, yolcular inmiştir. Karşılamaya gelenler arasında babası Hamdin Bey yoktur. Babam disiplinli bir adamdır, evlâdına temyiz vermek için gelmemiştir diye düşünür. Hamdin Bey’in kaldığı eve gider, orada da kapıyı açan olmaz. Komşulara sorar kesin bir şey öğrenemez, meraklanır içine kuşku düşmüştür. Menfadakilerin her gün karakola gidip imza verdiklerini düşünür, hemen karakola koşar, fakat geç kalmıştır. Karakoldaki görevliler Hamdin Bey ile ilgili kayıtları yazmaktadır. Babasının vefat ettiğini öğrenir. Dünyası kararmıştır. Mezarlığa koşar, karşısında kara toprağı bulur, hüngür hüngür ağlar. Doğrulur. Omuzuna binen yükü düşünür. Erkek kardeşlerinin her biri bir yerde; annesi, kız kardeşleri Balıkesir’de ve yanlarında Rüştü ağabeyi var. Ama bu yeterli değildir, hemen Balıkesir’e doğru yola koyulur. Annesi ve kardeşleri baba-oğulu birlikte bekler ve ona göre hazırlıklar yaparlar. Hamdin Bey’in en sevdiği yemekler yapılır, sofra kurulur. Kapı açılır, kapıdan içeri Abdülgani girer. Girer girmez de annesi Zeynep Hanım basar feryadı, ardından da kız kardeşleri Makbule ve Şükriye de ağlaşmaya başlarlar. Bilirler ki babaları gelmemiştir. Çünkü babaları gelse Abdülgani babasından önce içeri girmezdi. Bu ağlaşmaya Abdülgani’nin de gözyaşları karışır. Acı haber bütün aileyi sarmıştır. Ancak Abdülgani için zaman metanet zamanıdır. Kendisi üzülmemelidir ki ailedekiler de üzülmesin ve olayı kabullensinler. Aile Abdülgani’nin etrafında kenetlenir. 20 yaşında bir gencin etrafında Savur’da elde ne var ne yok satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Balıkesir’de Abdülgani bütün dikkatleri üstüne çeker. Giyimiyle, kuşamıyla, aile terbiyesiyle, hâl ve hareketleriyle ve ailesine olan bağlılığıyla herkesi büyüler.
Abdülgani Mardin’den gönderilen sürgünlerle oturup kalkar, onlarla vakit geçirirdi. Herkes memlekete dönmeyi hayal eder dururdu. Kimi sabreder kimiyse kaçma planları yapardı. Kaçmanın iyi bir şey olmadığını kaçma girişiminde bulunanların akıbetini görüyordu. Yasalara saygılıydı. Devletin emrine itaat etmenin şart olduğunu düşünüyordu. Hatta haksızlığa uğramış olsa bile devletin ve rejimin aleyhine ne o zaman ne de daha sonra tek kelime söylememiştir. Balıkesir’deki evlerinin karşısında çok güzel bir konak vardı. O konakta iskân müdürü oturmaktaydı. İskân Müdürü sürgündekilerin sorunlarıyla ilgilenir, isteyenlere memleketteki arazilerine karşılık Balıkesir’de arazi verirdi. Abdülgani’nin böyle bir şansı da vardı. Yasaları iyi bildiği için böyle bir hakkı olduğunu biliyordu. Hatta Savur’a dönmeyip, Balıkesir’de kalmayı bile düşünüyordu.
İskân Müdürü’nün Makbule adında çok güzel bir kızı vardı. Müdür Beyler Erzurumluydular. Abdülgani ve ailesini iyi gözlemlemiş olmalıydılar ki, her şeye rağmen ailece görüşmekteydiler. Bu arada Makbule Hanımla Abdülgani arasında sevgi tohumları atılmaya başlar ve sonunda evlenirler. Abdülgani artık evli bir adamdır ve İskân Müdürü’nün damadıdır. Bir süre sonra Türkân isimli kızları dünyaya gelir. Aile çok sevinçlidir.
Makbule Hanım ve Abdülgani mutlu bir beraberlik içindedirler. Ancak ne var ki kader ağlarını örmeye devam edecektir. Bütün aileyi sevindirecek bir haber gelir. Artık herkes serbesttir. Memleketlerine dönebileceklerdir. Abdülgani de Savur’a dönme hayalleri kurar. Savur’da babadan kalma mallara tekrar kavuşmayı ümit eder. Ancak Makbule’nin ailesi Abdülgani’nin memleketine dönmesine karşıdır. Kızlarından ayrılmayı göze alamazlar. Uzak bir mesafe, ayrılık zor, gidip gelmek günlerce sürer. Kayınpederi Abdülgani’ye Savur’daki arazilerine karşılık Balıkesir’de arazi takası önerir. Hatta daha fazla, daha kıymetli araziler önerir (Ayvalık’ta namütenahi zeytinlikler, arsalar v.s.) Abdülgani Hanımını sevmektedir, fakat öte yandan ailesini de sevmektedir. Abdülgani konuyu annesine açar, Zeynep Hanım hemen reddeder. Katı bir Osmanlı edasıyla: “Akrabalarımızı, hemşerilerimizi nasıl terk eder, buraya yerleşiriz?” der. Makbule Hanım Abdülgani ile Savur’a gitme taraftarıdır, fakat babasını ikna edemez. Baba Nuh der peygamber demez. Kızını göndermeyeceğini ve kimsenin onu kararından vazgeçiremeyeceğini söyler. Abdülgani’nin annesi Zeynep Hanım, Savur’a gitmekte kararlıdır. Olan Abdülgani’ye olur. Karısını ve kızını bırakıp annesiyle birlikte Savur’a döner. Savur’da Abdülgani’yi yeni bir hayat beklemektedir. Yeni mücadeleler, yeni çatışmalar. Zor bir hayat.
Çalkantılı dönem ve siyaset hayatı
Abdülgani Bey Savur’a döner dönmez akrabalarını toparlamaya çalışır. Bu arada çalkantılı geçen aile hayatı onu epey yorar. Bu kısımlara hiç değinmeden siyasî çalışmalarına, bir devri yansıtması açısından göz atalım:
Abdülgani’nin siyaset hayatı da hareketlenmeye başlar. CHP saflarından belediye başkanı seçilen Abdülgani Bey’e yeni iktidar partisi DP’den partiye katılma teklifleri gelir. DP Mardin il başkanı olan amcasının oğlu Bahattin Bey de çok arzu eder DP’ye geçmesini. Abdülgani Bey iktidar partisine mensup bir belediye başkanı olmanın avantajlarını çok iyi bilmektedir. Fırsatı değerlendirme zamanıdır artık. İlçe için isteklerde bulunmak üzere Ankara’ya gider. DP ilçe başkanı Bahattin Bey de onunla beraberdir. Dönemin başbakanı Adnan Menderes’den randevu alır. Başbakanla görüşmesinde CHP’li bir belediye başkanı olduğu için istekleri önce reddedilir. Direkt Başbakan Menderes tarafından DP’ye dâvet edilir. Çevresindeki etkinliği de Menderes’e anlatılmıştır. Israrcıdır Menderes. Abdülgani Bey de ister iktidar partisine geçmeyi, ama bu iş o kadar ucuz olmamalı diye düşünür. Menderes’in teklifleri karşısında: “Olur, ama benim ilçenin ihtiyaçlarının karşılanması lâzım. Eğer bunu yaparsan partine geçerim” der. Menderes ne istediğini sorar. Abdülgani; ilçenin yol, su, kanalizasyon ve elektrik sorunları olduğunu, bunların çözümlenmesi gerektiğini söyler. Menderes’in hoşuna gider bu öneri ve “Şimdiye kadar gelen bütün Mardin heyetleri memur değişimi için gelirdi, ilk defa biri böyle bir nedenle geliyor” der ve ödenekler için talimat vereceğini söyler. Ertesi gün gazeteler Mardin’in Savur ilçesi belediye başkanı Abdülgani Aras’ın beş bin kişi ile CHP’den istifa edip DP’ye girdiğini yazar. Menderes de sözünde durmuştur. Hemen çalışmalar yapılır. Projeler çizilir. 1954 yılına kadar Savur’un yol, kanalizasyon ve su problemi çözülür. Elli dörtlü yıllarda çevrede hiçbir yerde olmayan, hatta il merkezinde bile bulunmayan parke taşlı cadde, kanalizasyon şebekesi ve her evde musluktan akan su artık Savur’da vardır. Sıra elektriğe gelir. Yapılan çalışmalarda su enerjisi ile çalışan küçük bir hidroelektrik santrali kurulması kararlaştırılır. Çalışmalar devam eder. Yapılan bu hizmetlerin açılış tarihine Menderes gelmek ister, fakat yoğun işlerinden dolayı gelemez. Açılışa bakanlardan Ethem Menderes gelir. Görkemli bir törenle yapılan yol, kanalizasyon ve şehir suyu hizmete açılır. Açılışa gelemeyen başbakan kutlamalara bir telgraf gönderir, mazeretini bildirir ve Savur’a yapılacak elektrik santralinin açılışına geleceğini bildirir.
Elektrik santralinin yapımı birkaç yıl sürmüştür. Makinelerin ithali de gecikir. Günler yılları kovalar, 1960 yılına gelinmiştir. Abdülgani o yıl santralin kalan eksik ödeneğini koparmak ve Menderes’i açılışa dâvet etmek için Ankara’ya gider. Ankara hareketlidir. Öğrenci olayları, gençlik hareketleri, basının eleştirileri herkesi endişelendirmektedir. Menderes çok yoğundur. Randevu alınır, ama sürenin çok kısa tutulması özellikle özel kalemden bildirilir. Abdülgani önce Menderes’e sözünde durduğu ve istenilen işlerin yapıldığından dolayı teşekkür eder. Kalan ödeneğin serbest bırakılmasını ister. Ardından da açılışı yapması için Menderes’i Savur’a dâvet eder. İlginçtir ki Menderes şu karşılığı verir: “Verelim reis bey, verelim istediğin ödeneği. Keçi can derdinde, kasap et derdinde” der. Hemen talimat verir ve açılışa geleceğinin de sözünü verir. Ama endişelidir Menderes. Abdülgani de bu sözlere bir anlam veremez. Ama üstüne de alınmaz kaldığı otele geri döner. Sonra yemeğe çıkar, Ulus’ta yürürken bir taksicinin aceleyle “Urfa’ya, Urfa’ya” diye bağırdığını işitir. Hemen taksiciyle konuşur. Taksici hemen Urfa’ya gideceğini, bir yolcu olsa bile beklemeyeceğini söyler. Abdülgani hemen karar verir. Ankara’da can sıkıcı olaylar yaşanıyor, işi de artık bitmiştir yapacak, bir şey de olmadığına göre Urfa’ya bu taksiciyle gitmek en iyisi diye düşünür. Hemen toparlanır. Hatta yemek bile yemeden yola çıkarlar. Taksici o kadar acele eder ki, sormayın gitsin. Ertesi gün Urfa’ya girerler. Şehirde mahşeri bir kalabalık göze çarpmaktadır. İlerledikçe kalabalığın bir cenazeyi uğurladığı görülür. Merak ederler kimin cenazesi diye sorarlar. Cevap; Molla Said’in cenazesidir. Vefat etmiştir ve Urfa’da gömülecektir. Abdülgani, Burdur’da olan beraberliklerini hatırlar. Ayrılınca “Ne zaman görüşürüz şeyhim?” diye sorduğunda “Ölünce görüşeceğiz” dediğini anımsar. Evet, demek ölünce görüşeceklerdi. Hemen cenaze namazını kılar, duâlarını okur ve Molla Said’i son yolculuğuna uğurlar.
Yine sürgün
Urfa’dan başka bir taksi ile Savur’a gider. Çok geçmeden 27 Mayıs Devrimi olur. DP iktidarda değildir artık. Birkaç gün sonra da Abdülgani belediye başkanlığı görevinden alınır. İlçe başkanı olan amcasının oğlu Mehmet Said ve Mardin il başkanı, eski milletvekili amcasının oğlu Bahattin Bey ile birlikte gözaltına alınırlar. Birkaç gün Mardin merkezde bulunan bir otelde tutulurlar. Birkaç gün sonra Bahattin Bey Sivas’a sürülür ve orada gözaltında tutulur. Bilâhare de Bahattin Bey 55 ağa oranında gösterilip Dikili’de mecburi iskâna tabi tutulacaktır. Abdülgani ile amcası oğlu Mehmet Said Beyle birlikte Mardin’de iskâna tabi tutulur ve Savur’a gitmelerine izin verilmez. Her gün karakola gidip imza vererek kaçmadıklarını belgelemek zorundaydılar. İki ay böyle geçer.
Abdülgani’ Mardin’de ikamete mecbur bırakıldığında mevcut şeylerden yemeye başlamıştır. Sıra eşinin ziynet eşyalarına gelmiştir. Onları da el altından satmaya ve geçimini sağlamaya başlar. Fakat hazıra dağ dayanmaz. Savur’da gayrimenkul satmayı gururuna yediremez. Son bir hamle yapıp askerî validen randevu ister. Kendisi belediye başkanı iken askerî vali olan şahıs tugay komutanıydı. Birbirlerini tanıdıkları için randevu almak zor olmamıştı. Abdülgani Bey valiliğin girişinde bekletilmiş. Vali kendisini kabul ettiğinde bile kafasını kaldırmadan ne istiyorsun diye sormuştu. Bu hal Abdülgani Bey’in canını sıkmıştı. Zira ihtilâlden önce onu kapıda karşılayan ve gittiğinde dış kapıya kadar uğurlayan zat şimdi böyle davranıyordu. Hemen karşı soruyu sorar Abdülgani: “Beni niye Mardin’de tutuyorsunuz?” Vali “Siz ne yaptığınızı biliyorsunuz” der. Abdülgani: “Ne yapmışım?” diye sorar. Vali devam eder: “Belediye başkanıyken bütün memurları emrinizde görürdünüz, istediğinize istediğinizi yaptırırdınız. Devleti yönetmeye çalışıyordunuz” der. Abdülgani bunun üzerine fırsatın eline geçtiğini düşünür ve valiye: “O zamanki yöneticilerden birisi de siz değil miydiniz? Size iş yaptırmak için hangi baskıyı uyguladık. Sizden hangi yolsuzluğu yapmanızı istedik. Bir tane örnek verebilir misiniz?” der.
Vali, sert kayaya çarptığının farkındadır. Zira ihtilâlden bir hafta önce kendisi, daire müdürleri, il teşkilâtı ailece Abdülgani’nin misafiri olmuşlardı; Savur’da onları çok güzel ağırlamıştı. Abdülgani Bey de haksız yersiz bir talep ile gitmezdi onlara. Bunları düşünecek oldu ki, o anda kendine geldi ve “Abdülgani Bey, buyurun oturun” dedi. Ama Abdülgani Bey oturmaz “Teşekkür ederim, ama hâlâ soruma cevap vermediniz” der. Vali biraz düşünür ve “Bana iki gün müsaade edin, durumunuzu araştırayım” der. Abdülgani Bey izin ister, çıkar gider. İki gün sonra beklenen karar çıkmıştır: Abdülgani Bey ile amcasının oğlu Mehmet Said Bey serbest bırakılırlar.
Savur’a dönülür. Savur’un elektrik sorunu da çözülmüştür. Geceleri sokak lambaları pırıl pırıl yanar. Yollar aydınlıktır. Evlerde elektrik vardır. Belediye başkanlığı sırasında Savur’a yaptığı hizmetlerden mutluluk duymaktadır. Zira o dönemde Mardin merkezde bile aydınlanma mazotlu jeneratörle yapılmaktaydı. Ve sadece gece elektrik verilebilmekteydi. Fakat aynı yıllarda Savur’da 24 saat elektrik hizmeti verilmekteydi. Yıl 1960 ve Savur çevre ilçeler arasında en çok yatırım yapılan ikinci ilçeydi. Abdulgani Bey hac vazifesini de ifa ettikten sonra, 1981 senesinin 2 Eylül’ü 3 Eylül’e bağlayan gecesinde ruhunu Rahmana teslim etti. Allah, ismi gibi gani gani rahmet etsin.
Son olarak tekrar Derviş Nurdağ’ın Şaban Döğen’e aktardığı bir hatırası ile yazımıza son verelim:
“Bir Nur Talebesi olan Molla İbrahim’le ilgili bir hatırasını da bu vesileyle anlatmayı unutmamıştı. Molla İbrahim, Üstad’ın aşıklarından. Üstad ile igili hatıraları olduğu için Abdülgani Aras’ı da canla başla görmek istiyor. Maddeten ise oldukça fakir ve gariban biri. Birgün Abdülgani Efendi, Üstadı rüyasında görmüş. Üstad, onun Molla İbrahim ile ilgilenmesini, ona göz kulak olmasını istemiş. Arar dururmuş onu. Derviş Ağabey’e, ‘Sakallı, şöyle şöyle bir Nur Talebesi varmış. Bana Üstad bahsetti, gösterdi, ilgilenmemi istedi, tanıyor musun böyle birini?’ dediğinde bir türlü İbrahim Efendi aklına gelmemiş Derviş Nurdağ Ağabeyin ve onun için de, ‘Tanımıyorum’ demiş. Oysa o da her karşılaştıklarında Derviş Ağabeye, ‘Bana Abdülgani Efendiyi ne zaman göstereceksin? Üstad ile ilgili hatıraları varmış. Kendisinden dinlemek istiyorum’ der, Abdülgani Efendiyi sorar dururmuş. İşe bakın ki Molla İbrahim birgün çarşıda uzun boylu muhterem bir insan görmüş, hemen yanına yaklaşıp, ‘Abdülgani Efendi siz misiniz?’ diye sormuş, o da ‘Benim’ deyince, onu alıp doğruca Derviş Nurdağ Ağabey’in yanına götürmüş ve Abdülgani Efendi hemen söz alıp, ‘İşte Üstadın bana gösterdiği Molla İbrahim bu’ demiş. Hani Üstad, ‘Ben kıyamete kadar gelecek bütün talebelerimi bilirim’ diyor ya. Onu da görmeden tanıdığını böylece göstermiş.”5
DİPNOTLAR:
1- Şaban Döğen, Yeni Asya, 14.06.1999
2- Şaban Döğen, Yeni Asya, 15.06.1999
3- Şaban Döğen, Yeni Asya, 15.06.1999
4- Şaban Döğen, Yeni Asya, 15.06.1999
5- Şaban Döğen, Yeni Asya, 16.06.1999.
Benzer konuda makaleler:
- Potre: Abdülgani Bey
- Abdülgani Ensari Efendi
- M.Kemal’in Talebini Said Nursi’ye Babam İletti
- Vefatının yıl dönümünde… Bediüzzaman Dedeyi anlamak
- Molla Fethullah, Şeyh Bahid ve Bediüzzaman
- Yola çıktık Mardin’e
- Bediüzzaman muhataplarına göre konuşmuş
- Bediüzzaman´ın doğduğu köy: Nurs
- Bediüzzaman’ın namazı
- Alimler Bediüzzaman için ne diyor?
İlk yorum yapan olun