Bediüzzaman’ın ‘milliyet’ anlayışına dair

Risale-i Nur Hareketinin meslek ve meşrep düsturları içinde önem arz eden en temel meselelerden birisi de milliyet anlayışıdır. Bediüzzaman Hazretleri “milliyet fikri”ni, müsbet ve menfî olmak üzere iki kısma ayırır. Bu anlamda Nur mesleğinde “müsbet milliyet” kabul, “menfî milliyet” reddedilir.

İslâm dini gelmeden önceki Cahiliye devrinde kabilecilik, kavmiyetçilik ve ırkçılık had safhadaydı. Kendilerini diğer ırk ve kabilelerden üstün gören topluluklar arasında bin yıl süren kan dâvâları bulunuyordu. Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri bunun en açık örneğiydi. Allah Resûlü (asm) Medine’ye hicret ettiği zaman, bu iki kabileyi kardeş yaptı ve kan dâvâlarını kaldırdı. İslâm dini, kendinden önce ne kadar batıl davranış ve âdetler varsa, hepsini kökünden söküp attı. Asr-ı Saadet namıyla yepyeni bir devir açtı. İslâm, ırkı ve milliyeti ne olursa olsun, bütün mü’minleri gerçek anlamda kardeşler haline getirdi. Kur’ân-ı Kerîm “Bütün mü’minler ancak kardeştirler.” (Hucurat Sûresi: 10) fermanıyla bu gerçeği bütün cihana ilân etti. Bu hakikati Nur mesleğine temel taşı yapan Bediüzzaman “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân’dır.” (Münâzarât s. 99) tesbitini yapar. Irkçılığı, İslâm dairesinin haricine kovar.

İslâm, “Kat’i bir sûrette menfî milliyeti ve fikr-i unsuriyeti (ırkçılığı) kabul etmiyor. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor. Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon (şimdi bir buçuk milyar) vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri (ırkçılık), fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet, menfî milliyetin tarihçe pek çok zararları görüldü. Ezcümle, Emeviler, bir parça fikr-i milliyeti (Arap ırkçılığını) siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.” (Mektubat, s. 541)

Milliyet fikrini öne çıkarmak isteyenlere karşı, İslâm’a göre müsbet bir mecra açan Bediüzzaman, dine dayalı gayret ve hamiyetin genelde millete daha çok mâlolduğunu, ırka dayalı hamiyetin hususî kaldığını ifade ediyor. “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda, din ve milliyet, bizzat müttehittir; itibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki, din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman, hamiyet-i diniye avam (halk) ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine, yani menafi-i şahsiyesini (şahsî menfaatini) millete feda edene has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hadim (hizmetkâr) ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan biz Şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde hâkim, hiss-i dinidir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı (peygamberleri) Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dini Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’isidir.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 163–164)

1910 yılında yaptığı Rumeli seyahatinde bu hakikatleri iki mektep muallimine ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, yirmi sene sonra, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından, ırkçılık anlamındaki Türk milliyetçiliğinin, İslâmiyet yerine konulmaya çalışıldığı ve “Bir Türk dünyaya bedeldir. Ne mutlu Türküm diyene.” gibi söylemlerle başka ırkların gücendirildiği bir atmosferde, yapılan yanlıştan vazgeçilmesini telkin ediyor: “Menfî unsuriyet fikriyle Şark vilâyetindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adavet (düşmanlık) besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki (tehlikeleri) ile beraber, o cenup efratları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş. O içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adavet (düşmanlık) ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyevîye ve hayat-ı uhrevîyesine bir nevî adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaîyeye hizmet ediyorum diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamakattır.” (Mektubat, s. 542)

Türkçülük nâmındaki menfî milliyetin zararlarını ortaya koyan Bediüzzaman, bu tarzdaki milliyeti yanlış uygulamaktansa, onu müsbete kanalize etmeyi ve faydalı hâle dönüştürmeyi teklif ediyor: “Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâîyenin ihtiyac-ı dâhilisinden ileri geliyor. Teavüne, tesanüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmîyeyi daha ziyade teyit edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim (hizmetkâr) olmalı, kal’a olmalı, yerine geçmemeli.” (Mektubat, s. 542)

Müslümanların arasından çıkarak, nifak perdesi altında İslâm’a en büyük darbeyi vuracak olan dehşetli bir şahsın icraatını nazara veren Bediüzzaman “Gariptir, hem çok gariptir; yedi yüz sene müddetinde İslâmiyet’in ve Kur’ân’ın elinde şerefşiar, bârikaâsâ bir kılıç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. ‘Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor’ diye gelen rivayetlerden anlaşılıyor.” (Şuâlar, s. 932)

“[Türkler] sâir unsurlar [ırklar] gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır” tesbitini yapan Bediüzzaman, şu dikkat çekici ikazı yapar: “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş. Tefrik etsen (ayırsan) mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin (övündüğün şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahiri zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” (Mektubat, s. 543)

Bu izahlar çerçevesinde, hakikî ve sadık her bir Nur Talebesi, ırkçılık anlamındaki milliyetçiliğin her türlüsünden kaçar ve milliyetini yalnız İslâmiyet bilir. Kendi milliyetini de İslâm’a kale ve zırh yapar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*