Bediüzzaman’ın siyaset kurumuyla ilişkisi

BEDİÜZZAMAN’IN VE ÇEVRESİNİN SİYASET KURUMUYLA İLİŞKİLERİ

Bediüzzaman ve devlet yönetme sanatı – II

Bu başlıkta önce “siyasetle ilişki” kavramını tarif ve tasnif edeceğiz. Ardından bu tasnife göre Bediüzzaman’ın üç hayat dönemini ele alacağız.

A. “Siyasetle ilişki” kavramı

Bir yetişkinin siyasetle (ülke ve devlet yönetimi ile) ilişkisi çeşitli biçimlerde ve ağırlıklarda olur1. Sırasıyla;
-Yönetenleri izlemek yani yönetimle pasif biçimde ilgilenmek ve bu bağlamda bilgilenmek (öğrenme-bilme hakkı).
-Yönetenleri eleştirmek yani yönetim hakkında değerlendirme yapmak ve bu amaçla bilgilenmek (eleştirme hakkı).
-Yönetenleri yönlendirmek ve basın ve sivil toplum örgütleri gibi kitle örgütlenmeleri eliyle desteklemek (yönlendirme hakkı).
-Yönetenlerin başarısı ve göreve devamı hakkında karar vermek (seçme hakkı).
-Yönetenlerden ve yönetmeye aday olanlardan talepte bulunmak ve talebin neticesini takip etmek (talep hakkı).
-Yöneten olmaya aday olmak ve propaganda yapmak (seçilme hakkı).
-Yöneten olmak ve yönetmenin hesabını vermek (yönetme hakkı ve görevi).

B. Bediüzzaman için siyasetle ilişkinin amacı

Bediüzzaman hayatının üç döneminde yönetim ve siyaset kurumu ile “kendisinden beklenecek ölçüde” ilişkili ve ilgilidir. Bu ilgi, siyaseti ve bu yolla ülkeye hizmeti amaç yapmasından değil siyaseti dine hizmetle ilişkili görmesinden kaynaklanmaktadır. Zira kendisinin ve talebelerinin amacı, hayatının her üç döneminde de aynıdır: Dine yani milletin ahiretine hizmet. Bu sebeple tüm hayatı boyunca diğer her şey gibi siyaseti de dine hizmetkâr ve âlet ve tâbi yapmaya yönelmiştir.2
Bu açıdan, Bediüzzaman, hayatının hiçbir döneminde “siyaset adamı” olmamıştır, ama hayatının her döneminde—meslek sınıfı mânâsında değil ama—idealist bir fedai mânâsında, bir “din adamı”dır. (Esasen, hedefi ahiret olan bir kişinin dünya ve dünya ehli ile ilişkisi eşitler arası bir ilişki olamayacağı gibi hakemi dünyada olan bir ilişki de olamaz).

C. Birinci Said dönemi

1. Birinci Said, bir “medrese kurucusu hoca” sıfatıyla, yani bu günkü sisteme benzetmeye çalışacak olursak, bir vakıf üniversitesinin “kurucu rektörü ve profesörü” olarak, mahalli yöneticileri ve merkezî yönetimdeki yöneticileri izlemiş, konuşarak ve yazarak eleştirmiş, kendilerinden talepte bulunmuş, onlar için projeler üretmiş ve uygulanmasını istemiştir. Siyaset kurumu ile ilişkisinde bu açılardan bir tereddüt yoktur.

2. Bediüzzaman aynı dönemde çeşitli sosyal-siyasi organizasyonlarda da aktif olarak yer almıştır. Derneklerde kurucu ya da öncü üye olmuştur. Bediüzzaman’ın kurucu veya üye olduğu bazı dernekler de doğrudan siyasetle ilgili olmuş, milletvekili seçimlerinde aday göstermiş, Meclis-i Mebusan’a üye göndermişlerdir (o dönemin hukuki-siyasi sisteminde siyasi partilerin ayrı bir statüsü yoktur ve dileyen dernekler siyaset yapabilmektedir).
Buna karşılık Bediüzzaman bizzat kendisi herhangi bir yönetim ya da temsil makamına aday olmamıştır.
Bu da göstermektedir ki, bu dönemde Bediüzzaman’ın bizzat kendisi değilse de içinde bulunduğu ve işbirliği yaptığı çevre siyasi rekabet içinde yer almış, iktidara da talip olmuş ve Bediüzzaman da onları desteklemiştir. Bu faaliyet tarzını kendisi “siyasete girmek”3 ve “siyaset topuzu tutmak”4 olarak tarif etmektedir.
Ancak unutulmamalıdır ki, Bediüzzaman’ın kuruluş aşamasında yer aldığı, aktif olarak içinde bulunup yön verdiği ve sonraki hayatında Nur Talebelerine de örnek gösterdiği İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti bu mânâda “topuz tutan” bir yapı değildir5.

3. Bediüzzaman, özellikle Osmanlının çok partili siyasi hayatının son döneminde, partiler arası ilişkilerde yaşanan ve parti çıkarını devlet menfaatinin önüne geçiren yaklaşımlar ile partidaşını particilik taraftarlığı içinde kutsayan uygulamalar sebebiyle6, “siyasetin bazı fena neticelerini” görmüş ve aktif siyasetten yani parti ve dernek mensubiyetinden uzak durmuştur. Meşhur, “şeytandan olduğu gibi siyasetten de Allah’a sığınma” tavrı ilk olarak bu döneme rastlamaktadır.
Bu dönemde Bediüzzaman siyasete kavram ve kurum olarak negatif bir anlam yüklemeye başlamıştır. (Siyasetle ilişkili diğer kişilerin de aynı dönemde siyasete negatif anlam yüklemeye başlayıp başlamadıkları ilginç bir çalışma konusu olarak önümüzde durmaktadır).

4. Bununla birlikte Bediüzzaman aynı dönemde ve sonrasında devletten beklentilerini sürdürmüş, devleti korumayı da kendisi ve talebeleri için bir görev olarak görmeye devam etmiştir. Mesela Osmanlı aydınlarının bir kısmının taraftar olduğu İngiliz işgaline karşı fiilen ve fikren aktif bir direniş içinde olmuştur. Bu da bir yönüyle siyasi nitelik taşıyan bu tartışmalara taraf olmayı sürdürdüğünü, “bu mânâda siyaset” ile “bu biçimde ilgilenmeye” devam ettiğini göstermektedir.

5. Aynı dönemde, devletin eğitim bürokrasisine dâhil sayılan ve bazı yönlerden bir zabıta üst kurulu gibi de çalışan7 Darü’l-Hikmet-i İslâmiye’ye kendisinin özel bir isteği olmaksızın üye yapılmış, üyelikte çok da gönüllü olmamakla birlikte, üyelik vazifesinin hakkını vermek adına, oldukça aktif bir üye olarak bu kurumda bulunmuştur.

D. Geçiş dönemi

Eski Said’in Yeni Said’e geçişi dönemini kapsayan İngiliz işgali ve Ankara Hükümeti yıllarında Bediüzzaman devlet yönetimiyle ilgilenmeye devam etmiştir. Ancak bir potansiyel milletvekili ve bakan olarak çağrıldığı ve bulunduğu Ankara’da yaşadığı bazı siyasi tecrübeler ve gördüğü gidişât sebebiyle Ankara’dan ayrılıp Van’a dönmüş ve siyaseti yani devlet idaresi ile ilgilenmeyi de -belli ki bir süre için- bırakmıştır.

E. Yeni Said dönemi

1. Aslında ilgili olmadığı siyasi isyan hadiseleri bahane edilerek Van’daki çevresinden, medresesinden ve talebelerinden ayırılıp Batı Anadolu’ya sürgüne gönderildiği 1925’ten itibaren Bediüzzaman yeni bir Said olarak ortaya çıkmıştır.

2. Birinci Said -yukarıda da açıklandığı üzere- devletin toplumsal bir üstyapı kurumu olduğunu, sağlam bir altyapıya sahip olmayan yani imanlı ve ahlâklı bireylerden oluşmayan bir toplumsal yapıdan iyi bir devletin de çıkmayacağını bilen, ama yine de, hem bireye, hem topluma ve hem de devlete aynı seviyede önem veren bir dâvâ adamıdır. Buna karşılık Yeni Said, devletin yönetim yapısı ve kamu hizmetinin gerekleri ile ilgilenmeyi sonraya bırakmıştır.
Birinci Said, gelecekte olacağını hissettiği ve öngördüğü bazı toplumsal iyileşmelerden eserlerinde söz etmiş; bu iyileşmelerin aslında siyaset ve devlet idaresi alanında değil, önce iman ve ahlâk sahasında olacağını ise Yeni Said, yaşayarak ve tecrübe ederek görmüştür8.
Bu dönemde kaleme aldığı eserlerinde; halifenin, müceddidin ve mehdinin vazifelerini sayarken bir tür sıralama ya da basamaklandırma yaparak; bireyin, toplumun ve devletin ıslahı görevlerini sıralı hale dönüştürmüş; buna iman, hayat ve şeriat basamakları adını vermiştir.
Bediüzzaman kendisini ve talebelerini, öncelikle, İslâm’a hizmette birinci sıradaki görev olan iman hizmeti ile görevli görmüştür9.
Risâleler bu sebeple ana kavram olarak “iman”ı esas tutar. Bu hizmetin ihlâslı bir biçimde yapılabilmesi de her şeyden önemlidir ve bu da siyasetten “uzak” durmayı gerektirir10.
Bu ikinci döneminde Bediüzzaman imânî eserler telif etmeyi ve bunların değerini takdir edip sahiplenecek ve her zorluğa göğüs gererek neşredecek kapasiteye sahip özel ve seçkin talebeler yetiştirmeyi esas hedef yapmıştır.
Bu sebeple Yeni Said’in siyaset kurumu ile ilişkileri artık farklıdır. Şöyle ki;

3. Bu dönemde çok partili bir demokrasi olmadığından yöneticiler siyasetçi değildi. Emir-komuta ile iş gören ve gördüren bir tür diktatörlüğün bürokratlarından oluşmaktaydı. Bu dönemde Bediüzzaman da yöneticileri uzaktan ve dışardan izlemiştir11. Ancak bu izleme elbette yöneticilerin günlük ve sıradan icraatları ile ilgili olmadığı gibi kasdî de değildir.
Bediüzzaman’ın bu dönemde siyaset kurumunu izlemesinin iki sebebi vardır: Birincisi, tek parti döneminde, devrimci yöneticilerin kendisini ve hizmetini tehlike olarak görmesi, izlemesi ve engel olmaya çalışması sebebiyle bu zulme karşı bir tutum alma ihtiyacıdır12. İkincisi ve daha önemlisi ise, yöneticilerin, milletin ve ümmetin ittihadı, uhuvveti ve ahiretiyle ilgili olarak yaptığı olumsuz icraatları takip etmek ve bunların bertaraf edilmesi amacıyla ne yapılabileceğini anlamaktır.

4. Bu dönemde Bediüzzaman’ın siyasetçilerin icraatlarından ve genel olarak olan bitenden, gazeteler vasıtasıyla ve okuyanlar eliyle dolaylı olarak haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Ancak gerek sürgünde bulunduğu yerler ve gerekse kendi öncelikleri sebebiyle günlük gazeteleri düzenli takip etmediği de anlaşılmaktadır.
Bu dönemde gazeteciliğin resim ve yazılardaki gayr-ı ahlâkî unsurlar yönünden değil ama ceberrut rejime muhalif fikirler yönünden sıkı bir sansür altında olduğu ve dolayısıyla gazeteler vasıtasıyla doğru habere ulaşmanın zor olduğu da unutulmamalıdır.

5. Bu dönemde demokrasiye geçiş adı altında yapılan çeşitli çok partili siyasi hayat denemelerinden, herkes gibi Bediüzzaman da bir biçimde haberdar olmuş ancak bunları önemli ve değerli görmemiştir13.

6. Bediüzzaman, bu dönemde gerçekleşen ve bazıları dinî bir içerik de taşıyan çeşitli isyanları ise, prensip olarak dâhilde silâhlı harekete karşı olduğundan dolayı, hiçbir biçimde izlememiş ve ilgilenmemiştir. Dolayısıyla bu konu siyasetle değil, dinî tebliğ için “müsbet hareket” etme mecburiyeti ve “masumların hakkı” kavramı ile ilgilidir.

7. Ancak Bediüzzaman bu dönemde dahi, yönetimin de katkısını gerektiren, Medresetüzzehra gibi projelerini gündemde tutmayı sürdürmüştür. Yöneticilere mektuplar yazmış, aracılar göndermiş, bilhassa mahkemelerdeki müdafaalarında öncelikle talebelerine ve hizmetine karşı takınılan zalimce tutumun değiştirilmesini talep ederken bu konunun memleketin ve milletin mukadderatıyla ilişkisini de ortaya koymuştur.
Mesela hacca gidişin kontrollü de olsa serbest bırakılmasını Risâle-i Nur hizmeti adına olumlu bir değişiklik olarak değerlendirmiş, bu seyahatlerin, Türkiye’nin manevi medar-ı iftiharı ve âlem-i İslam’ın manevi rabıtası olarak gördüğü Risale-i Nurların İslâm dünyasına ulaşmasına vesile olmasını sağlamış ve böylece ittihad-ı İslâm hedefine adım atmıştır.

8. Bediüzzaman bu dönemde kanunlara ve yetkililerin emirlerine genellikle itaat etmiştir. Dinî bir görev ve insânî bir hak olarak gördüğü başlıca üç hususta ise direnmiştir:
(1) Kendisinden dinî nasihat isteyenlere nasihat etmeyi sürdürmüş, (2) eserlerinin yayılmasını engelleyenlere direnerek bunların neşrine devam etmiş ve bir de (3) dinî-örfî kisveyi çıkararak devrimlere tabi olması yolundaki ısrarlı talepleri ve cebrî zorlamaları reddetmiştir.

9. Bediüzzaman Mustafa Kemal’in 1938’de ölümünden sonraki dönemde, özellikle siyasette çeşitlenmenin kısmen de olsa yaşandığı 40’lı yılların ikinci yarısında, devlet ve idare kurumunun ceberrudâne gidişatında bazı değişikliklerin olabileceğini öngörmüş ve bu değişikliği hayra yöneltmek üzere siyaset kurumuna ilgisini kısmen artırmıştır. Bu dönemde, yerel yöneticilere, siyasilere ve özellikle CHP üst yönetimine bazı mektuplar yazarak onları adalete ve milletin mukaddesatı lehinde icraata davet etmiştir14.
Bu tutumu, onun, “siyaset kurumuyla ilgilenmeye artık hiçbir biçimde gerek yok” demediğini göstermek yanında “bu partiden adam olmaz, yeni bir tarz için yeni bir düzenin kurulmasını beklemek lazım” anlayışında olmadığını ve mevcudu ıslah için ne yapılabilecekse yapmayı sürdürdüğünü göstermesi açısından da önemlidir.
10. Bediüzzaman’ın 1950 öncesinde seçimlerde oy kullandığına dair herhangi bir bilgi yoktur. Esasen sürgün ve mahrumiyet gibi uygulamalar sebebiyle seçmen listesine alınmamış olması da muhtemeldir. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti de dâhil çeşitli partiler seçime girmiştir, ancak seçim sistemi ve sayım yöntemindeki antidemokratik uygulamalar sebebiyle bu seçim sağlıklı bir seçim olmamıştır.

DİPNOTLAR:

1- Bu vesileyle belirtelim ki “Taallüm-ü siyaset (siyaset öğrenmek) siyaset değildir”. Yani lise öğrencisi yurttaşlık bilgisi dersinde temel siyasi kavramları öğrenirken siyaset yapmamaktadır. Aynı şekilde siyasal bilimler fakültesi öğrencisi de bu okulda okumakla “siyaset” yapmamakta ve siyaset kurumu ile ilişki kurmamakta, sadece “öğrenmekte”dir. Oysa bu yazının konusu olan “siyaset ile ilgilenmek” siyasette bilgi sahibi olmaktan ibaret olmayıp, siyasi bir tarz ya da tercih sahibi olmak demektir ve Bediüzzaman’ın siyaset kurumu ile ilgisi taallüm etmek ya da ettirmekten ibaret değildir.

2- “Dine hizmet itibarıyla taallûk eden eski altmış senelik hayat-ı ilmiyem kat’î bir hüccet ve yakîn bir delildir ki, bütün hayatımda temas ettiğim siyaseti ve dünyayı ve bütün içtimaî cereyanları dine hizmetkâr ve âlet ve tâbi yapmak düsturuyla hareket etmişim” Emirdağ Lahikası, s. 339.
Bu cümledeki “tabi yapmak” deyimi, laiklik ile ilgili bir kavram olan “devleti dine tabi etme”ye çalışmak mânâsında değildir.

3- “Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi.” Mektubat, s. 65.

4- “Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış” Mektubat, s. 405.

5- “Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyunu irşad tarikiyle siyasete taallûk edecektir”. Hutbe-i Şamiye, s. 99.

6- Bediüzzaman’ın birinci dünya savaşı yıllarında gözlemlediği örnek olay ve sonucu Uhuvvet Risalesi’nde şu şekilde anlatılmaktadır: “Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, euzübillahimineşşeytanirracim dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” Mektubat, s. 258.

7- Mesela, bir Müslüman kadının bir İngiliz bir erkekle evlenmesi bu kuruma şikayet edilmiş, Bediüzzaman’ın da içinde bulunduğu üyelerin reyiyle ve oy çokluğu ile bu durumun engellenmesi için gereğinin yapılması hususunun hükümete bildirilmesi yolunda karar alınmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Akman, Zekeriya, Daru’l-Hikmeti’l İslamiye, (Doktora Tezi) DİB. Yayınları, Ankara, 2009, s. 51-52.

8- “Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikatla, ehl-i imanın meyusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var; bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hatta, Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misilli risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye, dehşetli hadisata karşı o ümitle dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki, hadisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.
Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki:
“Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ’Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda, belki iman cihetiyle âlem-i İslam hakkında dahi, en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahmininle geniş dairede, belki siyaset âleminde gelecek mesudâne ve dindarâne hâletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun. Evet, otuz sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı” Kastamonu Lahikası, s. 24.

9- “Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.” Kastamonu Lahikası, s. 145.
“Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, îmana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslamiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kainatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı îmaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden…” Kastamonu Lahikası, s. 148.
“Mehdî al-i Resûlün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var…:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden,… Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci vazifesi : Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. …
Üçüncü vazifesi : İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve Şeriat-ı Muhammedîyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i îmanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.
… iki noktada bir iltibas var, te’vil lazımdır.
Birincisi: ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir.…” Emirdağ Lahikası, s. 231-233.

10- “Dünyadaki ehl-i dalâlete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevî hem -lüzum olsa- uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dâvâ ettiği gibi, bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen ve siyasetten ve siyasî mânâsını işmam eden maddî ve mânevî mertebelerden ihlâs sırrıyla bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip siyasete meslek itibarıyla tenezzül etmeyen … bir adam”. Şualar, s. 337.
“Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.
Evvelâ: Kur’an bizi siyasetten men etmiş, ta ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.
Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.” Kastamonu Lahikası, .s 196.
“Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor.
Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.” Şualar, s. 316.

11- “Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor; elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir.” Şualar, s. 311.

12- Mesela şu cümle: “Size karşı elbette çok cihetlerde dahili ve harici muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış.” Emirdağ Lahikası, s. 191.

13- “Bu sırada dahilde o kadar dahilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâsına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhiretiyle meşgul olan … bir bîçare” Şualar, s. 326.

“Denilmiş: “Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?”

Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var. Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa, madem memur ve mebus değilim; o halde siyasetçilik bana fuzulî ve mâlâyâni bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesâil tavazzuh etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak mânâsızdır. Eğer kuvvetle ve hadise çıkarmakla muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor diye, Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti.” Mektubat, s. 65.
14- Emirdağ Lahikası adlı mektuplar derlemesinin birinci cildi bu tür mektupları ve bilgileri (de) içermektedir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*