“Ben” demeyiz, “Biz” deriz

‘Ben’ demeyiz, ‘biz’ deriz biz!
Sürdüğümüz mukaddes iz!.
Nurdan şahs-ı manevîmiz:
Müstakim, hak, safi, temiz!..

Ne bahtiyardır onlar ki, adımlarını rastgele atmazlar, rastgele söz sarfetmezler ve birbirlerini gıybet edip çekiştirmezler.

O bahtiyar zümre, Allah’ın (cc) emirlerini, Resûlullah’ın (asm) sünnetini, lisan-ı halleriyle ilân etmek azmini taşırlar. Yazıya ve söze münhasır bırakmazlar.

“Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

“Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor.”

“Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, ‘nahnü’ istiyor. ‘Ben demeyiniz, biz deyiniz’ diyor.”

“Kur’ân’ın tilmizi (talebesi) ise, yalnız liveçhillah ve rıza-yı İlâhî için ve fazilet için o derece nefsinin menfaatinden tecerrüd eder ki, Cennet-i ebediyeyi dahi hakikî maksat ve gaye-i ibadet yapmaz. Nerede kaldı ki, bu dünya-yı zailenin fâni olan menafii onu, hakikî maksat ve gayesinden çevirsin.”

Ancak “şahsiyet” ile “benlik” farklı şeylerdir. Şahsiyet; Allah tarafından verilmiş olan kabiliyetin ve maharetin şahıstaki tezahürüdür. Herkes sahip olduğu maharet ve kabiliyeti, Allah’ın ihsanı bilerek, O’nun rızası dairesinde ve O’nun yolunda kendine mâl etmeden istimal ve izhar edebilir. Bu yönden her insan diğer insandan ayrı ve mümtazdır. Cemaatleşmenin mânası da bu farklı ve mümtaz kabiliyetleri bir araya getirip birbirinden istifade ettirmesidir. Bu cihetle cemaat şahsiyetleri silikleştirmez, aksine onlardan istifade eder.

Şahsın, kendini üstün ve değerli, başkalarını hakir görüp aşağılaması “benlik”tir, “enaniyet”tir. Bu menfi duygu ve bakış açısı ile cemaat olmak mümkün değildir. Bu yüzden cemaate giren birisinin bu gibi menfi duygu ve bakış açılarından sıyrılması gerekir. Ama şahsiyetini cemaat için sergileyip gösterebilir, buna “enaniyet” nazarıyla bakılmaz.

Şimdi de dikkatli nazarlarımızı, meşvereti emreden âyet-i kerimeye çevirelim:

“Onlar, Rablerinin dâvetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir.” (Şûrâ, 38.)

Şimdi bir noktaya nazar, hatta “hasr-ı nazar” lâzımdır.

O nokta şudur: Rabbimizin emrine uyup, namazı dosdoğru kılmak ve işleri istişare ile yapmak; âyet-i kerimede peş peşe ve birbirine bağlı olarak beyan ediliyor. Böylece istişarenin Rabbimiz katında ne kadar ehemmiyetli olduğu zahir ve aşikâr oluyor.

Rabbînin huzurunda namazını dosdoğru kılan bir mü’min; namazda iken nasıl Rabb-ül Âlemin’e müteveccih olup, başka fani teveccühleri nazara almıyorsa, istişarelerde de sadece Allah’ın rızasını gözetir. Ne kendinin, ne de başkalarının nefis ve hissiyatlarının hatırlarını değil, Hakk’ın hatırını esas alır.

“Nefsim ve hissim, nefisler ve hisler incinirse incinsin, ama Hakk’ın hatırı incinmesin, şahs-ı manevînin ruhu muzdarip olmasın” der, meşveret sonucuna razı olur ve meşveretler zeminlerinde haklı ve doğru bulduğu söylem ve çalışmalarına devam eder.

“Bu olmazsa, öbür meşveret; ben olmazsam dâvâ arkadaşlarım var” der, huzur ve istikamet içinde halisane, muhlisane hiz- metlerini sürdürür. Hem de herhangi bir göreve seçilme şartına bağlı kalmadan..

***

TAZİYE: Malatya’dan Celal Yalçın Ağabeye, Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve Cennet-ül Firdevs niyaz eder, aile efradına ve Malatya’ya taziyetlerimi arz ederim. M. Y.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*