Ben size hizmet etmeye mecburum!

Refet, Hüsrev ve Rüştü. Nurun has ve ilk talebeleri, yani saff-ı evvelleri. Yazıyorlar, yazıyorlar, yine durmadan yazıyorlar. Dinsizliğin yayılmasına mani olmak için Cenab-ı Hak tarafından vazifelendirilen âhir zaman müceddidi Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nurlarını yazıyorlar. Hem de harıl harıl, durmadan duraklamadan… Dinsizliğin matbuat âleminde, okullarda yayılıp genişlemesine mukabil, onlar da adeta bir matbaa süratinde risaleleri yazıyorlar.

Yine böyle bir gün, Isparta’da Üstadın evinde, üç arkadaş sessizce yazıyor. Ama bu sessizliğin altında, makineli tüfek süratinde bir hızla kalemler mermi olup dinsizliğin beynini dağıtırcasına yazıyorlar. Refet bir ara başını kaldırıp arkadaşlarına, kardeşlerine bakıyor. “Aman Allah’ım, bu kardeşlerime bak, nasıl da yazıyorlar maşaallah” deyip tekrar yazmaya devam ediyor. İki katlı ahşap evin pencerelerinden bazen hafif rüzgâr sesi geliyor. Onun dışında sessizlik devam ediyor. Bir yerde takılıyor, aşağı katta bulunan Üstadlarını rahatsız etmeyecek yavaş bir sesle, “Hüsrev kardeş, şunu çözemedim bir bak. ‘Bunun mu, cünun mu’ yazıyor?“ diye soruyor. Hüsrev yavaşça yana dönüp kâğıda bakıyor. “Ağabey, o harf  ‘cim’ değil, ‘be’, orası da ‘bunun’dur”. “Allah razı olsun kardeş.”

Kaç saattir yazıyorlardı belli değil. Bazen bir nefeslik duruyorlar sonra yine devam ediyorlar. Ama üçü de aynı anda durmuyor. Biri durduğunda diğerleri yazmaya devam ediyor, bir cihette seri imalât gibi hiç duraklamadan risaleler yazılıyordu. Yorulmak, acıkmak, susamak sanki onların yanına hiç uğramıyordu. Ama ne de olsa insanlardı, beşerî ihtiyaçları da olmalıydı. Acıkmak, susamak onların da ihtiyacıydı.

Bir ara Refet, merdivenlerin gıcırdadığını, sanki birinin yavaş yavaş merdivenleri çıktığını hissetmiş, kulağını o tarafa doğru kabartmıştı. Ama kim olabilirdi? Aşağıda Üstaddan başka kimse yoktu ki, o da yazdıkları risaleleri tashih etmekle meşguldü. Onlar yazıyor, bittikçe de aşağı inip Üstada veriyorlar, o da bir kuyumcunun değerli taşları dizmesi hassasiyetinde, onların yazdıklarını tashih edip, icab eden yerleri de düzeltiyordu.

Bu düşüncede iken, ayak seslerinin daha da yaklaştığını, merdiveni ağır adımlarla birinin çıktığını iyice anlamıştı. Merakından kalemi bırakıp kapıya doğru dikkat etmeye başlamıştı. Aynı anda Hüsrev ve Rüştü de merakla kapıya bakınca, bir anda doğrulup o tarafa doğru meyledeceği zaman kapı açılınca, gördüğü manzaraya şaşırıp kalmıştı. Üstad, elinde bir tepsi, içinde de üç bardak çay olduğu halde onlara tebessüm ederek içeri giriyordu. Gözleri yaşardı. Hıçkırmamak için kendini zor tutuyordu. “Aman Allah’ım! Ahir zamanın Mehdisi bize çay yapıp getiriyordu, böyle şey olur mu, biz ona hizmet ederken, onun bize hizmet etmesi olacak şey mi?” diye içinden geçirirken, birden kendini toparlayıp, Üstada bir hamle yaparak “Aman efendim” diyerek tepsiyi elinden almaya yönelince, Üstad bir işaretle onun hareketini boş çevirip, “Belî, belî gardaşım, ben size hizmet etmeye mecburum!” demez mi? Şaşırıp, artık iyice kendinden geçerek içinden şöyle der: “Ey Allah’ım, şuraya bak! Bir de, ‘Ben size hizmet etmeye mecburum’ diyor.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*