Adalet, aynı zamanda ahlâkî bir erdem olarak insanın ruhsal ve duygusal olgunlaşmasının kemalinin, sülûkun ve takvanın bir yansımasıdır.
Adaletin azı çoğu, ifratı tefriti olamaz. Gadap, şehvet ve aklın vasatının mezcinden doğan bir kavramdır. Adaletin olmaması veya zıddında ya zulüm, ya haysiyetsizlik meydana gelecektir.
Allah, beşerin adalet tesisi için iman, takva, ibadetlerle alâkalı olarak, emir ve yasaklar göndermiştir. Yani bütün İlâhî öğretiler insanlar arası ve insanın diğer mahlûkatla ilişkilerinde adaleti tesis etmeye yönelik olarak formüle edilmiş ve tebliğ edilmiştir. Dolayısıyla âdil olmayan her tutum ve davranış Allah’ın rızasına da uygun değildir.
İslâm nokta-i nazarında adalet, üç boyutta tecellî eder.
1- Varlıklarda adalet tecellisi; estetik anlamda herşeyde bir ölçü, biçim, denge, nazm, nizam v.s. olması anlamında bir adalet tecellisidir.
2- Fıtratta adalet tecellisidir. Sırat-ı müstakîm çizgisi dediğimiz, ‘doğruluğu’ ifade eder. Fıtrat, yaratılışta temizdir. Fakat tegayyür ve inkılâplara mahal olan bedenin içinde ruhun yaşayabilmesi için sınır konmamış üç kuvvet verilmiştir. Bunların sınırları ancak şeriatle belirlenir. İşte bu kuvveler şeriatle sınır içine alınmaz, vasat bir çizgi tutturulmazsa, fıtratın selimiyeti de bozulmaya başlar. Ayrıca fıtratı besleyen bir takım hasletlerin olması gerekir. Meselâ Allah korkusu, marifet, tefekkür, cömertlik, yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek, şefkat, empati, tahammül, insaf, vicdan, saygı, feraset, basîret vs. bunlar, bütün insanlarda eşit ölçüde olmadığı için muâmelâtta sosyal hayatın içerisinde zulümler, haksızlıklar vuku bulmaktadır. Herkeste hak ve hukuk anlayışı aynı seviyede değildir. Özellikle bu adaletsizliğe sebep olan en önemli şey, sınır konmamış kuvvelerin tezahürü olan beşerî zaaflardır.
3- Hakkaniyet, yani hukuk yoluyla, kanun düzenlemeleriyle adaletin tesisidir. Bu durumda adalet, izafî bir kavram hâline gelir. Acz ve zaaflardan mürekkep olan beşerin aklının ürünü olan bu adalet, elbette izafî bir adalet olacaktır. İşte insaniyet mertebesi, izâfî olandan mutlak adalete doğru bir ilerlemek anlamına gelmektedir.
Allah, ‘Dilediğini yapar’ buyruğu, İlâhî irade kavramını belirleyici bir ilkedir. Zira Allah’ın dileği, mutlak hayır ve adalettir. Adalet, hayır ilkesiyle gerçekleşir. Allah bir şeyi murad eder ve olur. O’nun muradı, adaletin gerçekleşmesidir. Bu bağlamda bakıldığında çirkinlik veya kötülük denen şeyler, aslında çirkin ve kötü değildir. Çünkü “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir”, yani şerrin yaratılması değil, işlenmesi şerdir.
Bediüzzaman, adaleti, hikmet inayet ve rahmetle birlikte mütalâa eder. “Cenâb-ı Hakk’ın ahdi meşiet, hikmet ve inayet ipleriyle örülmüş nurânî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır.” (İşârâtü’l- İ’câz)
Arzda, apaçık bir hikmet, parlak bir inayet tecellisi, herşeyde gördüğümüz adalet ve her şeyi kuşatan bir merhamet söz konusudur. Allah, mahlûkatın içinden insanı seçmiş ve kendisine muhatap kılmıştır. Bütün isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir ayna biçiminde yaratmıştır.
İnsana rahmet hazinelerini açmış, isimleriyle bildirmiştir. Bütün bunlar inayet, adalet ve rahmetle gerçekleştir.
İşte hikmet, inayet, rahmet ve adaletten oluşan nurânî şerit kâinatta umumî nizam şeklinde tecelli etmiş ve silsilelerini kâinatın bütün envaına dağıtmış en acip silsilesini de beşerin eline vermiş ve ruh-u beşere pek çok istidat ve kabiliyet tohumları ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesi cüz’i ihtiyarinin eline verilmiştir. O cüz’i ihtiyarinin yuları da şeriatin eline verilmiştir. İnsan, Allah’ın koyduğu sınırları koruma görevi ile yükümlüdür. Bu ahdi bozmamak ve ifa etmek ise, ona verilen istidatları lâyık ve münasip yerlerinde sarf etmekle olur. Demek ki adalet, Allah’ın sınırlarıdır. Ve bu koruma ödevi ve yükümlülüğü insana verilmiştir. İnsan bu vazifesini yapmazsa, nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar. Dolayısıyla adalet, Allah’ın fıtratta ve içtimaiyatta geçerli kıldığı ilkelerle, insanın uyumlu yaşaması anlamındadır. Yani Yaratıcının koyduğu maddî ve manevî nizamı koruması adalet anlamına gelir. Bu yüzden öncelikle iç âlemde ene ve nefisle başlayan bir terbiye süreci daire daire tabiata, diğer mahlûkata doğru tecelli edecek bir İlâhî düzenin ayakta kalması ve ona riayet edilmesiyle adalet mümkün olacaktır. Özet bir ifadeyle adalet; fıtrat, âdetullah ve içtimâî hayat kanunlarına imtisâlle mümkündür.
Adaletin denetleyicisi öncelikle vicdanlar olmalıdır. Zira daha ruhlar âlemindeyken Allah ile yaptığı sözleşme, ahit kalplere nakşedilmiş ve vicdan dosyasına yazılmıştır. İlâhî emirler, dinler, şeriatler ve peygamberlerin vazifesi bu vicdan dosyasını uyandırmak ve dosya içindeki İlâhî şifreleri harekete geçirmektir.
Bu nokta-i nazardan hareketle insanın adaletsiz davranışları aslında en başta kendisine yaptığı bir zulümdür. Bu yüzden Kur’ân sık sık “Nefislerinize zulmetmeyiniz” buyurmaktadır. Kur’ân’ın bu emri her türlü adaletsizliğin, yapana geridönücü olduğunu vurgulamaktadır. Bu anlamda Allah hiç kimseye zulmetmez. Ancak insanlar kendi kendilerine zulmeder. Zira insan zulmeder ve zulüm kendisine dönünce de adalet gerçekleşir.
İnsan için adalet hakikatini yaşamak hem Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, hem kâinatla uyum içinde olmak, hem de insanların haklarına riâyet etmek anlamlarına gelir. Bediüzzaman bunu veciz bir biçimde İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle ifade eder: “Sırât-ı müstakîm şecaat, iffet ve hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir.” Yani adil olabilmek öncelikle iç dünyadaki dengeyi kurabilmek ve aşırılıklardan kurtulmakla gerçekleşir.
Bu bağlamda düşünüldüğünde beşerin koyduğu kanunların işte tam bu noktalarda çıkmaza girdiği görülmektedir. Kâğıt üzerinde kanunlar karşısında nazarî olarak eşitlik ilkesi az çok sağlanabilir. Fakat somut olaylar üzerinde adaletin sağlanmasına gelince, bu eşitliğin gerçekleşemediği görülür. Hele bir de kişilerin çıkarları söz konusu olduğunda hakkaniyet tamamen bozulmaktadır. Adalet ve eşitlik her ne kadar birbirine yakın gibi dursa da, eşitlik her zaman adalet anlamına gelmez. Adaletin uygulandığı her alan eşitliği içinde barındırırken, her eşitlik adalet değildir.
“Güçlü haklıdır” felsefesinin hâkim olduğu yerde adalet tesis edilemez. Çünkü güçlünün sözünü geçirdiği yerde hukuk işlemez hâle gelmiştir. Son günlerde yaşanan hukuk skandalları bu felsefenin çirkin yüzünü gün yüzüne çıkarmıştır.
Beşerin kanunları ne kadar İlâhî kanunlara yaklaşır ve tecellisine mazhar olursa, o kadar âdil olacaktır. “Kanunlardaki had ve cezalar, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye nâmına icra edildiği vakit hem ruhu, hem aklı, hem vicdanı, hem insanın mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olur.” (Hutbe-i Şamiye)
Bugün gerek kanun koyucular, gerek uygulayıcıların, gerekse had ve cezaya maruz kalanların hepsindeki problemlerin asıl sebebi, adalet namı altındaki cezaların yalnız vehimleri müteessir etmesidir. Cezaları tatbik edenler ise, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye adına yapmadıkları için cezaları da adalet olmamaktadır.
Hâsılı, adalet adına konan kanunlar vicdanları rahatlatmıyor. Hatta bazen adalet adına zulümler yapılıyor. Oysa adalet, ancak Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir. Zira bütün insanları ve kâinatı yaratan ancak hüküm sahibidir. Beşerin kanunları da İlâhî kanunlara zıt düşmemek ve tecellisi olmak şartıyla insan hazm-ı nefs edebilir, ruhlara ve vicdanlara tesir edebilir. “Eğer beşer, çabuk aklını başına alıp, adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc me’cüclere teslim-i silâh edecektir.”
(Hutbe-i Şamiye)
Benzer konuda makaleler:
- Hakikî adâlet
- Bediüzzaman, hukuku hayatın merkezine yerleştirdi
- “Tabiat kanunları”
- Köprü insan haklarını tartışıyor
- Adaletin tecellisi, mazlumun tesellisi
- Şeriat-ı Fıtriye
- Din ve hürriyet
- Soru – Cevap
- PROF. DR. AHMET BATTAL: RİSALE-İ NUR BİR HUKUK DERS KİTABIDIR
- Ahireti gerekli kılan adalet-i mahza
İlk yorum yapan olun