Besmele ve Mektup

On Dördüncü Lema’da Hz. Süleyman’ın (a.s.) mektubundaki “Besmele”den bahsedilir.

İslâmın en mühim şeairlerinden olan “Bismillahirrahmanirrahim” bütün mevcudatın dillerinden düşürmedikleri bir zikir olduğu gibi, önceki peygamberlerin de mühim kelâmlarından idi…

Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim’de “Besmele” yüz on dört defa geçer. Âlimlere göre Tevbe Sûresi ikaz ve ihtar ile başladığı için “Besmele” ile başlamaz. Yani Cenâb-ı Hakk’ın cemalî isimlerinden olan “Rahman ve Rahim” ismi yerine celâlî ifadelerle başlar. Besmele, Hz. Süleyman’dan (as) bahseden “Neml” Sûresinde de geçtiği için sayı sûre sayısı ile aynı olur… Lemalar’daki aynı bahiste şöyle bir ifade geçer: “İmam-ı Şafiî (r.a.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: ‘Besmele tek bir âyet olduğu halde Kur’ân’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.’”
Şimdi aynı eserdeki şu ifadeye bakalım: “Bismillahirrahmanirrahîm”in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmasında, arz sîmasında ve insan sîmasında birbiri içinde birbirinin numunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.” Bediüzzaman Hazretleri, koca kâinatı bir mektup gibi eline alır, tefekkür eder, üzerindeki nakışları mühürleriyle beraber inceler. Tıpkı Hz. Süleyman’ın (a.s.) mektubu gibi… Kâinat sîmasında, arz sîmasında ve insan sîmasında Âlemlerin Rabbinin Rububiyet mührü bütün ihtişamıyla önünde parlamaktadır. Şüphesiz mührü görmek için Bediüzzaman Hazretleri gibi kâinatı eline bir mektup gibi alacak kadar terakki etmek ve yükselmek gerekiyor. Ancak aynı ders halkası ile talebenin de aynı hakikatten hissesi büyüktür.
Kâinat mektubunu iyi okumak gerekiyor. Çünkü “Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan sana gönderilmiş mektuplardır.” Hz. Süleyman’ın (a.s.) mektubunu dikkate almamak nasıl mümkün değilse, kâinat mektubu da aynı şekilde… Dikkate almayan ve gereğini yapmayan iki cihanda zelildir ve hüsrandadır.
Hz. Süleyman’ın (a.s.) Saba melikesi Belkıs’a gönderdiği mektupta elbette meşhur “Hz. Süleyman’ın (a.s.) mührü” vardı. Ancak mektupta mürekkeple basılmamış sadece akıl gözüyle görünen mühürler de vardı ki, Saba devletinin güçlü kraliçesini o mühürler daha çok etkilemişti. En dikkat çekici ve şaşırtıcı olanı; yüzlerce muhafızın olduğu ve kaleler gibi korunan bir sarayın içine kimseye fark ettirmeden girilerek mektubun bırakılmasıydı. Böyle bir mektup ancak insanlara ve cinlere, kurtlara ve kuşlara hükmeden Hz. Süleyman (a.s.) gibi bir zattan gelebilirdi. Yine mektuptaki “Besmele” de aynı şekilde sanki onun bir mührüydü. Âlemlerin Rabbinden ona tevdi edilmiş bir mühür… Besmele hem bir mühür hem de her kapıyı açan bir anahtardır. Mektubu Belkıs’ın odasına bırakan Hüdhüd’ün, ağzındaki mektup kadar kesin olan şey de onun lisanında, “Besmele”nin olmasıydı. Birinci Söz’de izah edildiği gibi, bitkilerin ipek gibi yumuşak nazenin kökleri “Bismillah” diyerek taşı toprağı delip geçmesi gibi Hüdhüd kuşu da dereleri tepeleri aşıp, saray duvarlarından geçip, hükümdarın makamını bularak mektubu bırakmıştır.
“Mühür kimdeyse Süleyman odur” sözü meşhurdur. Malûm bu söz, mührün Hz. Süleyman’dan (as) çalındığı ancak büyük gayretler sonucunda tekrar sahibine döndüğü şeklindeki rivayetlere dayanır. Evet, maddî mühür geçici de olsa çalınabiliyor veya gasbedilebiliyor. Ancak manevî mühür çalınamıyor ve taklidi de mümkün değil! Çeşit çeşit mahlûkattan müteşekkil ordulara hükmetmek, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar nakletmek, yerdeki karıncaların reisine “Ey karıncalar yuvalarınıza çekilin. Süleyman’ın ordusu sizi bilmeden ezebilir” dedirtecek, her bir nefere, at ve file kadar uzanan bir adalet ve hassasiyet ancak Âlemlerin Rabbinin halis bir kulunun mazhar olduğu, insanlık âlemine ve beşer tarihine vurulmuş taklit edilemez bir mühür olan harikalıklardır…
Şu kâinat her bir satırında yüz binler kitap bulunan muazzam bir mektuptur… Her bir tecelli, her bir hadise sanki altın paralara hâkimiyetin tescili için vurulan mühürlerden, sikkelerden ve imzalardan müteşekkil birer satırdır. Evet, “tahkiki iman” sahibi bir mü’min nazarında şu kâinat, çalınamaz ve taklid edilemez mühürlerden müteşekkil muhteşem bir mektuptur. Onun imanını hiçbir hile ve desise sarsamaz…
Mühürler binlerdir ancak Cenâb-ı Hak, akılları kesrette boğmamak için şefkat ve merhametinden kâinat kadar büyük hakikatları “Besmele”deki üç kelimeye üç mühür şeklinde sığdırmış ve derc etmiştir.
On Dördüncü Lema’dan “üç mührü” takip edelim: “Biri: Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübra-i uluhiyettir ki, ‘Bismillah’ ona bakıyor.” Atomaltı parçacıklardan hesaba gelmez büyüklükteki yıldız topluluklarına kadar her şeyin omuz omuza hareket etmesi, ahenk içinde çalışması, yardımlaşması ve dayanışması Âlemlerin Rabbinin uluhiyetinin ve mutlak hakimiyetinin bir tecellisidir, yıldızlar ve güneşler kadar parlak bir mührüdür.
İkinci mühür, mekânımız ve meskenimiz olan şu Yer Küre’dir. “İkincisi: Küre-i Arz sîmasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübra-i Rahmaniyettir ki, ‘Bismillahirrahman’ ona bakıyor.” Evet, şu koca kâinat içerisinde, cehennemî ateşlerle yanan dev küreler arasında cennet misal bir mekân haline getirilen şu Yer Küre Rahman’ın bizlere muazzam bir hediyesidir. Yapraklardan bulutlara, çiçeklerden arılara kadar bir ahenk, bir intizam, bir lütuf ve bir merhamet vardır. Yerdeki sayısız karınca topluluklarını nizamsız ve reissiz bırakmayan Rahman, insanları reissiz, sahipsiz ve peygambersiz bırakır mı? Karıncaları ve Hz. Süleyman’ı (as) birbirleriyle konuşturarak karıncanın hukukunu da muhafaza eden bir Rahman’ın mührü şu Yer Küre kadar büyük ve muhteşemdir. Bitki ve hayvanları birbirlerine ve beşere hizmetkâr eden merhamet mührü onların tamamı kadar hayat doludur, canlıdır. Her bir yaprak, her bir canlı, her bir hâdise o muazzam mührün ya bir noktası, ya bir çizgisi ya da bir harfidir.
Üçüncü mühür ise insan simasındaki “Rahim” ismidir. Aynı kitaptan takip edelim: “Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letaif-i re’fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaat-ı merhamet-i İlâhiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i Rahîmiyettir ki, “Bismillahirrahmanirrahîm”deki “Errahîm” ona bakıyor.” İnsanoğlu, Yer Küre büyüklüğündeki bir mührü anlamakta, idrak etmekte en azından muhatap olmakta çoğunlukla zorlanır. Ancak Cenâb-ı Hak bu kadar küçük insanoğlunu “Rahim” ismiyle muhatap alır. Onun simasını maddî ve manevî binlerce kabiliyetlerle donatarak ve her birine ayrı bir sima vererek muhatap alması “Rahim” isminin insanlar adedince simalarda parlamasıdır.
Hz. Süleyman’ın (as) kuşlardan rüzgâra, insanlardan cinlere kadar uzanan muhteşem ordusunun yanında bir karınca ne kadar küçükse, ins ve cinnin gelmiş geçmiş bütün orduları, Âlemlerin Rabbinin güç ve kudreti ve orduları yanında bir karınca kadar dahi kuvveti yoktur… Ancak Cenâb-ı Hakk’ın “Rahim” ismi o kadar muhteşem ve muazzamdır ki, otlar arasındaki küçük bir karıncayı dahi ihmal etmez, onu muhatap alarak orduların ayakları altında ezilip gitmesine müsaade etmez. Gerçekte nakledilen sadece tarihte kalmış bir hâdise değildir. Bugün fil de karınca da, “Rahim” ismi sayesinde aynı ormanda yaşayıp gider.
Bir karıncayı ihmal etmeyerek onun sesini koca bir ordunun komutanına işittiren “Rahim” ismi, elbette insanın duâsını, niyazını ve yalvarıp yakarmalarını ihmal etmeyecektir. İşitmesi ve isteklerine cevap vermesi sebebiyledir ki, acz ve fakr içerisindeki insanoğlu, Âlemlerin Rabbinin, sayısız nimetlerine mazhar aziz ve kıymetli bir misafiridir.
Karıncanın ayaklar altında ezilip gitmemesi ve Hüdhüd’e kapıların açılması için; nasıl ki Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisi ve orduların komutanına bağlanmak vasıtasıyladır. Aynı şekilde, şu keşmekeş dünya içerisindeki zavallı insanoğlu, hadiseler altında ezilip gitmemesi ve önünde cennet saraylarının kapılarının açılması için peygamberlerin reisi ve mührü olan Hz. Muhammed’e (a.s.m.) ve sünnet-i seniyyesine tabi olmalı, lisanında “Bismillahirrahmanirrahîm” ve salâvat-ı şerife olmalı…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*