Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete

“Zaman öyle yaklaşır/peş peşe gelir/ hızlanır ki, bir sene bir ay, bir ay bir hafta, bir hafta bir gün, bir gün bir saat, bir saat bir ateş kıvılcımı kadar olur.” (Tirmizi, Zühd, 24)

Ahir zaman..

Hakkında çok hadîs rivayet edilen en garip zaman.. Adı üstünde ahir-i zaman. Yani bir durak evvel son sevkiyatın vagonları yüklenmede, yedi bin senenin mahsülatını taşıyan dünya trenine.

Her varlığın bir başı bir de sonu var, ancak evvel ile ahir birbirinden farklı. İlk zamanlar nasıl yavaş seyrederse, sonuna doğru yokuştan aşağı inen araba gibi hızlanır zaman, ne olduğunu anlamadan gençlik ve ihtiyarlık farkı gibi. İlk ve orta çağlar ağır aksak giderken son çağlar, özellikle son bir asır, dolu dizgin…

Ne çok şey sığmadı ki bu asra?

Çarıktan, karasabana, katır yükünden vagonlara, at arabasından kamyon arkası yolculuklara, otobüslere, jetlere uçaklara, derken baş döndüren iletişim teknolojisi.

TELGRAFIN TELLERİNE…

Haberleşme, ilk çağlardan beri var olan bir ihtiyaç. Çeşitli sesleri, resim ve şekilleri, ateş ve duman kullanarak haberleşiyordu insanlık. Daha sonra güvercin ve ulaklarla mektup ya da nâme.

Son çağa doğru giderken telgrafla tanışmıştık… Samuel Morsen’in bulduğu ve kendi adını verdiği Mors alfabesi, nokta ve çizgiyle ifade edilen kısa muhaberat başlıyordu hayatımızda. “Başka bir program sebebiyle katılamadığım gecenizi tebrik eder, stop. Nazik dâvetiniz için teşekkür ederim. Stop. Başbakan.

Telgraf için döşenen kablolarla telefon bulundu ardından. Önce bir kısım valiliklere, sonra PTT bağlantılı, görüşmek istediğimiz numaraya saatler sonra ulaştık ki, aloo…

Ve Radyo…

Önceleri İstanbul Dikilitaş’ta 5 KW’lik radyoda dini hatırlatıyor diye yasaklı Türk müziği yerine opera ve senfoni ile tanıştık… Demokrasi ile beraber “yurttan sesler, nihansın dideden, dönülmez akşamın ufkundayız” ve radyo tiyatrosu, arkası yarın’lar…

Taş plaklarımız vardı M. Nurettin Selçuk, Safiya Ayla, Müzeyyen Senar; inleyen nağmelerle… Teyp ve 45’lik plaklar girdi dünyamıza; bir teselli ver, bir fincan kahve olsam’la..

Siyah beyaz TV ile tanıştık, artık sinema evimizdeydi; haberlerle başlayıp güne bakış ve İstiklâl Marşı’yla biterdi üç saatlik yayın. Sonra renkli ve çok kanallı TV’ler; açık oturumlar, show programları, diziler, belgeseller…

90’ların başında disketli ve komutlu bilgisayarla tanıştık, sonra gelsin MB’ler GB’lar. Windows 95, 98, 2000. İnternet girdi dünyamıza; artık dünyanın bir ucundaki kütüphaneye ulaşabiliyorduk. Arama motorlarıyla kitaplar, dergiler ve gazeteler elimizin altındaydı. Messenger’le en uzak yerlerle yazışıyor sohbet edebiliyorduk. Sonra resim ve bilgi paylaşımı özellikle gazetecilikte bir devrimdi tabir yerindeyse.

Yine 90’ların ortalarında Cep telefonu çığır açmıştı dünyamızda, en uzak mesafe elimizin altındaydı bir tıkla. Ve internet cep telefonuyla birleşince dünya bir köye dönmüştü tamamıyla. Facebook, hele 2009’da WhatsApp’ın çıkması bütün dünyayı bir birine bağlamıştı ağıyla. Sesli ve görüntülü konuşmalar, resim ve video paylaşımları yeni bir dünyanın da kapısını açmıştı. Artık mektup yerine anlık mesajlaşma ile hasretler teselli bulmuştu, ruhsuz da olsa.

Ancak her şeyde olduğu gibi bütün bu nimetlerin yanı sıra bir bedeli de olacaktı. Mahremiyet gitmiş, hanım ve aile resimleri sayfa ve durumları kaplıyordu artık. Banka hesapları, kimlik bilgileri tehlikedeydi.

Üstüne bu şirketler veri paylaşımı yapacaklarını duyuruyordu ki artık zurnanın son deliğiydi. Haydi başka kanallara, yok orası daha güvenli yok burası biraz daha… Aslında yok birbirinden farkları. Bir kere elin oğluna mahkûm olmuşuz. Mahremiyet mi kalmış? Mahşerdeki gibi üryan geziyoruz derdimizle uğraşmaktan, kendimize bakacak halimiz mi var? Haa denilirse ki korkacak bir şeyimiz yok, o zaman mesele de yok.

Kimbilir daha nelere şahit olacağız, ama ahirete gitmeden hikmet diyarının son demlerindeyiz. Neredeyse kudret (Her şeyin direkt yaratılacağı) diyarında gibiyiz. Eskiler ahir vakit derlerdi, ya da bindik bir alâmete…

BİR ANEKDOT

II. Mahmut döneminde, Osmanlı Devleti’ne hediye olarak bir zürafa gönderilmiş. Gülhane Parkı’nda onu binek hayvanı zanneden bir sarhoşun üstüne çıkmasıyla hayvan korkup koşturmaya başlamış. O acaipliğe bir kinaye olarak ‘’Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete’’ diyerek söylenmiş. Bu söz her şaşkınlıkta karşımıza çıkıyor.

Evet, biz de bindik bir alâmete, giyoruz kıyamete. Allah sonumuzu hayreyleye…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*