Bir avuç havadaki mu’cize

Yeryüzünü insanlar için şirin bir misafirhane olarak yaratan ve her şeyi insanın emrine boyun eğdiren Cenâb-ı Hak, sayısız nimetleriyle insana ne kadar değer verdiğini gösteriyor. Kendisini tanıttırmak, bildirmek ve sevdirmek isteyen Allah (cc), insanlardan da iman ve ibâdetle Kendisini sevdiğini ve Kendisine itaat ettiğini göstermesini istiyor. Rububiyet ve ubudiyet daireleri bunu gerektiriyor.

Kâinatı nihayetsiz maksat ve gayelerle yaratan Yüce Kudret’in bu kâinattaki icraatı kanunlar perdesi arkasındandır. Âdetullah veya sünnetullah olarak ifâde edilen bu kanunlar, Allah’ın fıtrî şeriat kanunlarıdır. Maalesef, son iki yüz yıldır fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dalâlet cereyanı tarafından tabiat veya doğa kanunları denilerek, Allah ile bağlantısı koparılmıştır. Her şeyin tabiî ve tesâdüfî olaylar sonucu oluştuğunu kabul eden bu zihniyet, insanlık âleminde nice fertleri tabiatperest ve dinsiz yapmıştır. Böylece onların hem dünya, hem de âhiret saadetlerini mahvetmiştir.

Allah’ın sonsuz ilim, irâde ve kudretiyle gerçekleşen mu’cize kanunlara fennî bir nam takan ve o mu’cizeyi basitleştirerek nazardan düşüren bu zihniyet sahipleri, kâinata kendi zatı için baktırıp, hâşâ “Yaratıcısı yok” demeye getirir. Bu sûretle ülfet, ünsiyet ve yeknesaklık perdelerinin altındaki harika ve mu’cize hakikatleri nazarlardan gizlemeye çalışır.

Atmosferin tabakaları olarak sayılan ve troposfer, stratosfer, mezosfer, termosfer ve en sondaki ekzosfere kadar uzanan ve yerden yetmiş kilometre yukarılardan başlayıp, dış atmosfere kadar kuşatan bir iyonosfer tabakası vardır. Manyetik ve elektrik okyanusunu andıran bu tabaka, telsiz, mobil telefon, radar, televizyon ve radyo yayınlarının çok geniş alanlarda iletilmesinde vazife görür. Allah’ın büyük bir nimeti olan bu elektrik okyanusuna fennî bir nam takarak, harika mu’cizeleri nazardan saklamak mümkün değildir.

Şimdi elimde avuç içi kadar küçücük bir radyo var. Düğmeyi çevirdikçe, yüzlerce istasyondan muhtelif dillerde yapılan yayınları veya müzik seslerini duyabiliyorum. Demek, atmosfere yayılan ve muhtelif dalga boylarındaki bütün sesler, bu bir avuç kadar radyo içindeki havada da var. Âdetâ, atmosferin tamamında var olan her yayın dalgası, bu bir avuç havada bulunuyor. Her birisine uygun alıcı olduğu takdirde, istasyonlardan yapılan sesli veya görüntülü yayınları dinleme ve izleme imkânı var. Bütün atmosferi bir avuç havada toplayıp hülâsa etmek, Allah’ın bir mu’cizesi değil de nedir?

Bediüzzaman Hazretleri bu mânâyı yakînen müşahede etmiş ki “Nur Âleminin Bir Anahtarı” adını verdiği eserinde dikkatimizi çekmiş: “Şimdi, radyo nâmı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irâde bulunan gayr-ı mütenâhî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hâzır ve nâzırdır ki, hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip, incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.”

Havanın her bir atomunda var olan bütün telsiz, telefon, televizyon ve radyo gibi teknik cihazların titreşimleri mevcuttur. Bu kadar farklı dalga boylarının her bir atomda hiç karışmadan bir anda bulunması, dalgayla îzah edilecek bir durum değildir. Ehadiyet cilvesiyle her bir atoma tecellî eden sonsuz kudretin bir cilvesine ve Allah’ın harika bir mu’cizesine “Bu, işte böyle bir kanundur” deyip işin içinden sıyrılıp tabiat ve tesadüfe havale etmek dehşetli bir dalâlet ve ahmaklık örneğidir.

“Küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden (içine alan) ve hadsiz şükürler ile mukabele etmek lâzımken; ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlâhiyenin muaccel bir numunesi; ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmaniyeye ‘radyo’ nâmını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücâtı (dalgalanması) namını vermek ile, o yüz bin nimetlere küfran (nankörlük) perdesini çekmek, maddiyyunların ve ehl-i dalâletin hadsiz bir divanelikleridir ki, hadsiz bir cinayet olup, hadsiz bir azaba onları müstehak eder.” (Nur Âleminin Bir Anahtarı s. 29)

“Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz.” (Nahl Sûresi: 18) Bu âyetin ferman ettiği gibi Allah’ın sayısız nimetlerine karşı şükretmeyip nankörlük etmek, elbette hadsiz bir azabı gerektirir. Onlara şükretmek ise, ancak iman edip, onun icâbı olan ibâdetle mukabele etmekle mümkün olur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*