Bir başka ‘fetih müjdesi’!

İstanbul’un fethinin yıldönümüyle birlikte zihinlerin ‘fethe’ ve dolayısıyla ‘maddî cihada’ yoğunlaştığı bir zaman diliminde, Allah Resûlü’nün (asm) bir başka ‘fetih müjdesini’ daha hatırlamak yerinde olacaktır.

İlginçtir ki, Peygamber Efendimiz (asm) bu müjdeyi, Hz. Ali (ra) komutasındaki orduyu Hayber’in fethine gönderirken söylemiştir. Şöyle diyordu o (asm):

“Kalelerinin yanına varıncaya kadar vakur bir şekilde ilerle. Acele etme! Sakin ol! Onları İslâma dâvet et. Müslüman olurlarsa, İslâmın emirlerini bildir. Ya Ali! Allah’a yemin ederim ki: Senin irşadınla tek bir kişiye Allah’ın hidayet vermesi, sana birçok kırmızı develer (bir rivayette kırmızı koyunlar) verilmesinden daha hayırlıdır.” (Müslim, Fadâil’is-Sahabe, 34; Tecrit Terc. 10/280.)

“Maddî cihad”ın ortasında “manevî cihada”, yani “manevî fethe” dikkat çeken bu hadis-i şerif, gerçekten çok önemli dersler veriyor. Allah Resulü (asm), Hayber’in fethi için savaşa yolladığı sahabelerine, “insanların imanının kurtulmasına vesile olmak” gibi çok büyük hayırlar ihtiva eden bir “manevî fethi” hatırlatarak, bir bakıma “manevî fâtih” olmayı da müjdeliyor.

Düşünüyorum da, Hayber’in veya İstanbul’un fethiyle bir “Hayber” veya “İstanbul” kadar mülk kazanılırken; “iman ve hidayet”le tek bir insanın dahi “kalbinin fethedilmesi” sayesinde hem o kalbi fetheden fâtihe, hem de kalbi fethedilene, dünyanın geçici ve maddî saltanatlarıyla kıyaslanmayacak bir “ebedî bir mülk ve saltanat” (saadet-i ebediye/cennet) nasip olmaktadır.

Bu, gerçekten de büyük bir “fetih müjdesi” değilse, nedir?
İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı ve bir kısım mütedeyyin, âlim insanların camiyi-cemaati bırakıp, merakla radyo başına koşup haberlere kilitlendiği yıllarda; harb-i umumiyi hiç merak etmeyen ve yanındaki talebelerine savaş hakkında tek bir kelime dahi sormayan Bediüzzaman’ın verdiği ders de, bu açıdan manidardır:

O, talebelerinin: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” sorularına mukabil uzunca verdiği dersinde, özetle şöyle diyordu:

“Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.

“İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:
“Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış…” (Şuâlar, 11. Şuâ, 4. Mesele)

Şüphesiz “İstanbul’da İslâm hâkimiyeti”, “İslâm mukadderatıyla alâkadar” önemli bir hadiseydi. Nitekim mu’cizâne bir şekilde ihbar-ı Nebevî’ye (asm) konu olması da bunu gösteriyor. Ancak aynı derecede ve belki de daha önemli olan husus, yine Allah Resulü’nün (asm) Hayber’in fethi için ordunun başında gönderdiği Hz. Ali’ye (ra) hitaben söylediği: “..Allah’a yemin ederim ki: Senin irşadınla tek bir kişiye Allah’ın hidayet vermesi, sana birçok kırmızı develer verilmesinden daha hayırlıdır” sözünde saklı olsa gerek.

Evet, maddî fetihlere bile bu nazarla bakabilmek, dahası o fetihlerin de zaten bu “manevî fetihler” için olduğunun şuurunda olmak gerekiyor. Bu anlamda Resulullah (asm), kendisinden sonraki asırlarda gelecek ve İ’lâ-yı Kelimetullah için cihad edecek Müslümanlara da önemli dersler veriyordu aslında. Ne Hayber fethi, ne İstanbul fethi, ne de Müslümanların yaptığı başkaca fetihler, siyasî ve dünyevî anlamda “zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsı” değildi aslında, olamazdı da, olmamalıydı da. Ancak yeni yeni “manevî fetihlere” kapı açacak ve “asıl hayata mazhar olan ahiret yurdunun bâkî mülk ve saltanatını” kazandıracak bir “hâkimiyet-i İslâmiye” dâvâsı olabilirdi.

Bediüzzaman Hazretlerinin, Peygamber Efendimiz’le (asm) ilgili olarak ifade ettiği “Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor” cümlesi de aynı mânâyı ders vermiyor mu? Öyleyse gaye: ‘zahiri, geçici ve maddî bir saltanat kurmak’ değil, gönüller üzerinde fetihler gerçekleştirip tıpkı Peygamber Efendimiz (asm) gibi “ruhların sultanı” olmaya çalışmak; “gönüller fatihi büyük Üstad” gibi “gönüllerin fâtihi” olabilmek…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*