Bir dinlesen beni, iyileşeceğim sanki…

Damdan düşenin hâlini damdan düşen anlar.

Yıllardır dertler içinde kıvranan bir arkadaşım var. Onun derdi beni de gerdi. Yaşadıkları, hepimiz için mukadder olan şeyler. Onun imtihanları iş hayatıyla ilgili, bizimkiler ise, daha farklı. Hiç kimse, ama hiç kimse imtihandan hâlî değil. İşlerimiz küçük de olsa, imtihanımız büyük. Her imtihanın kendine ve muhatabına göre bir büyüklüğü var. Hangi noktada olursak olalım, mânevî yükselişin yolu, bu imtihanlardan geçiyor. Hem arınmak, hem de kaç gramlık adam olduğumuzun farkına varmanın yolu oradan geçiyor.

İmtihanın öncesiyle sonrası, asla bir değildir insan. Mutlaka birkaç basamak yükselmiş, belki de düşüşler yaşamıştır. Önemli olan, buradan en kârlı şekilde çıkabilmek.

Dertli insanların hâli yüz hatlarından okunuyor, ses tonundan anlaşılıyor. Özellikle dinlenilmek istiyorlar, kendilerine kulak verilsin istiyorlar.

Geçen gün öyle oldu. Telefonun öbür ucundaki ses “Ağabey, nerdesin?” diye sorduğunda, “Yakınlarda bir yerdeyim.” dedim. O anda elimdeki işleri derhal bir kenara atıverdim. Bir kere daha gördüm ki, dinlenilmekle tedavi olabiliyormuş insanlar.

Evet, Sadî Şirazî, “Dünyada dertsiz insan yok. Varsa da, insan değil.” diyor. Ama bir derdin içerisinde kıvranan insan, o şaşkınlık ile çıkış yolu bulmakta zorluklar yaşıyor. Bu arada bir sakinleştirici vurur gibi, yanında olmak gerekiyor. En azından onu bir başına bırakmamalıyız, derdini dinlemeliyiz.

İki saate yakın sürdü beraberliğimiz. Gergin yüz hatlarının gülümseyen bir simaya dönüşmesi kolay olmadı. İnsan içinden kilitlendi mi bir defa, yüz hatlarına da yansıyor hemen. Bir yandan eller birbirine kenetleniyor, bir yandan dişler gıcırdamaya başlıyor. Çökmüş bir simanın arkasında, ruhu azaplar içinde kıvranan bir insan vardır her zaman.

Evet, bu derdi bastıracak daha büyük bir dert lâzımdır ki, insan kendi derdinin dert olmadığını anlayabilsin.

Önce uzun uzun dinledim. Dinlediğimi ve cân-ı gönülden kendisine teveccüh ettiğimi görünce ferahladı. Risâlelerden okuyup anladığımız ve konuya temas eden meseleleri beraber hatırlamaya çalıştık. Çareler araştırdık az ve öz olarak… Bir hastanın nasıl fazla söze tahammülü yoksa, dertli insanın da fazla nasihate ihtiyacı olmuyor. Şükür ki Risâleler bir metot veriyor elimize.

Şimdi rahmetli olan çok sevdiğim bir ağabeyimden dinlemiştim. Yıllar önce bir caminin avlusunda oturmuş, yine bir başka sevdiğim ağabeyden bahsediyordu. “Beni öyle dinledi, öyle dinledi ki, sorma…” O muhterem ve merhum ağabey için. O mübarek insan sadece dinlemiş onu. Hiçbir şey anlatmamış. Dinlenilmiş olmanın muhataba verdiği huzur, bir şeyler söylemiş olmaktan, çok daha önemli bulunduğunu o gün fark ettim.

Şimdi bu hatıra, nice sayısız yaraya merhem olacak ilâçların arasında hafızamda duruyor.
Dertlerin devası, dinlenilmek. Bu duygu, bütün samimiyetiyle bir insanda tecelli ederse eğer, hangi dert sahibi gelirse gelsin, onda bir huzur bulabilir.

Evet, gıybete, su-i zanna, fuzulî şeylere girmemek kaydıyla, dikkat kesilip dinlemek, nice yaralara şifa ve dertlere deva olabiliyor.

Evet, hayat gerçekten çok hızlı akıyor. İnsanın en yakınına, en sevdiğine bile tahammülü yok. Bunlar çok da bilerek olmuyor. Çünkü ruh yalpalamaya başladı mı, bütün dengeler alt üst oluyor. İnsanlar düşmemek için tutunacak bir dal arıyor. Biraz yavaşlasak, iyi gelecek. Biraz susabilsek, dilimizi tutabilsek, sabredebilsek, çok iyi olacak.

Evet, kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada gurbetimiz devam edip gidiyor. Gurbet ki, bir şehir değil, bir memleket değil; bazen koskoca kâinat gurbet oluyor. Ve minnacık bir insan, kendi içinde kayboluyor. Kendi içinde kaybolan insana konumunu, yerini, gayesini hatırlatmak, bulunduğu noktayı bildirmek için, yine onu dinlemek gerekiyor. Dostça, kardeşçe, arkadaşça… Herhangi bir beklenti içinde zerrece olmadan, sadece yanında durmak. Hafiften espriler yaparak, o şaşkınlığı, o ketum hâli gidermeye çalışmak… Ve sonra vakit namazı için şadırvana doğru yürümek, suyun vücudumuz üzerindeki o uyarıcı etkisiyle uyanmak. O anda fark ediliyor o mübarek su; kızışan, köpüren, kaynayan, adeta deli dolu akmaya başlayan damarlarımızdaki kanımızı da serinletiveriyor. Elimize, yüzümüze bir ferahlık getiriyor sanki. Bilmem, hangi diyardan, hangi ülkelerden…

Sonra cami cemaatinin içine karışıp birlikte namaz kılmak… Namazın içinde de olsak bazen, problem kaybolmuyor, sıfıra inmiyor. Ancak kesin olarak inandığım bir şey var. Cemaatin manevî havası, asla eski hâlinde bırakmıyor insanı, yoğuruyor, merhem oluyor. O ruhanî hava, şefkatli bir anne gibi, sarıyor bizi.

Biraz sükûnet içinde dinlemekle, neşeli sohbetlerle, biraz dikkat ve nezaketle, yer yer duâlarla, bu dert de o gün sabun köpüğü gibi eriyip gitti. Bir buçuk saatin sonunda arkadaşımız eski haline dönüvermişti. Yüzüne baktığımda, ferahlamış bir ruh vardı şimdi karşımda.
Evet, en küçük ameliyat dahi bir – bir buçuk saat sürdüğüne göre, rûhî ve manevî ameliyatlar da bundan aşağı değiller.

Dertli insanlarla konuşurken, değişik mekânlarda yürümek daha iyi oluyor. Sabit bir yerde oturmak, derdi çoğaltıyor bazen. Aynı yere, aynı şeye bakmak, ruhu yoruyor. Hiç yürümediğimiz ve geçmediğimiz yollardan ve sokaklardan geçmek, kıyıda köşede kalmış camilere gitmek, mütevazı mekânlarda bir bardak çay içmek, dahası eski dostları görmek, insanı rahatlatıyor.

Evet, böyle sıkıntılı anlarda bol bol ziyaretler yapmak, en iyisi olsa gerek. Kolay mı? Onu o durumda olana sorun. Elbette kolay değil. Ama yanında dostu, arkadaşı varsa, zor olmayacaktır her halde. Bizim o günkü yürüyüşümüz, maceramız, sonundaki ferahlayışımız da öyle oldu. Ruh açılınca, meselelerin kalbî olduğu kadar aklî boyutunu da konuşup tartışabildik.

Artık ne deseniz ve ne söyleseniz anlayacak ve kuracağınız cümleler onun ruhunda iz bırakacak cinsten bir operasyondan geçmişti. Ameliyattan çıkan bir hastanın sorduğu şeyler, “Ameliyat bitti mi? Durumum nasıl acaba?” gibi sorular oluyor. Yaşanan olumsuzlukları tekrar hatırlamak, zihnen geriye dönüşler ve tekrar eski acıların tazeleneceği korkusu, insanın yüreğini yakıyor. Evet, dostuna güven duyan bir insan, bu vehimlerden çabuk kurtuluyor.

Allah öyle büyük ve öyle merhametli ki, her derdimiz ve kederimiz, O’nun sonsuz merhametinin yanında küçük kalıyor. Allah’ın (cc) büyüklüğünü ve sonsuz rahmetinin genişliğini insan bu anlarda çok daha iyi hissediyor.

Bir ara arkadaşıma şunu söyledim: “Peygamberler tarihine göz attığımızda, Rabbimizin (cc) bir tek insan için bile peygamber gönderdiğini biliyoruz. Allah dilerse, niye senin yanına bizi göndermesin ki? Bunu böyle bil. Derdin var ise inlemeyi bırak, dinlemeyi bil.”

Evet, yeri geldiğinde onun da dinlemesi gerekiyor. Kendine acındırmaktan vazgeçmek, nazdan niyaz makâmına geçmek gerekiyor. Burada da aklın ve duyguların ayrı bir imtihanı söz konusu. Bu engelleri aşacağını biliyor, ama o derdin kucağında taşınmasından bir acayip lezzet mi alıyor insan ne? Bırakmıyor kucağındaki derdi yere. Oysa tedavi istiyorsa, o derdin geçmesini ya da azalmasını istiyorsa, hiç olmazsa karşısındakinin sözlerine değer vermesi ve o yolda hareket etmesi gerekiyor.

Hah, işte problem de tam burada. Siz ne derseniz deyin, o derdin aşılacağına inanmış da olsa o kişi, en başlarda müthiş bir direnç gösteriyor. Hemen teslim etmiyor kendini. Maksat derdin aşılması değil, derdinin anlatılması ve anlaşılması.

Neden? Çünkü her insan kendi derdini herkesin derdinin üstünde görüyor. Hiç kimsenin yaşamadığı bir şeyi, kendisinin yaşadığını zannediyor. Bir dert bu kadar özelleştirilirse, onun devasının da o kadar zor olacağını kabul etmek gerekiyor.

Zor, ama imkânsız değil. Yeter ki onun yanında olalım biz, yeter ki onu dinleyelim.

Ayaklarına bağlanmış olan o ağır zincirler, kımıldamasına ve hareket etmesine imkân vermiyor. O prangalar bir müddet sonra gevşeyiveriyor. İnsan dost arıyor, inandığı bir ses arıyor, kendisine kendi bildiklerini tekrar söyleyecek dost aynalar arıyor.

Geçen akşam bir yerde bir sohbetteydim. Merdivenleri çıkarken karşımda kocaman bir ayna buldum. Geriden gelen arkadaşlara da: “Bakın” dedim, “bu konuşan ayna”.

“Merhaba” dedim, selâm verdim, aynadaki ben (yani görüntüm de) bana selâm verdi. Baktım, arkadan gelen arkadaşlar da aynı şeyi yapıyorlar. Küçük, basit espriler ama insanı düşündüren şeyler. Aynadaki görüntünüz bile selâmınızı alıyor ve size selâm veriyor.

Ayna deyip geçmeyin. Hayat da bir ayna. Siz nasılsanız, görüntünüz öyle yansıyor aynalara. O engin ve berrak sularda aksiniz güzel olsun, sesiniz güzel olsun, yankısı da güzel olsun inşaallah.

Bir dertli kul gördüğünüzde veya sizden yardım isteyip kapınızı çaldığında, sakın açmazlık yapmayın. Çünkü devran değişir. Kısa bir zaman sonra aynısını sizin yaşamayacağınız ne malûm?

Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadesi de dikkat çekici:

“İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını iptal etsin.” (Lem’alar, 120)

Kendi dertlerimiz ve acılarımız, başkalarının dertlerine ve acılarına ortak olmakla hafifleyebilir ancak.

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasulallah…  Selâm ve duâ ile…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*