Bir hacının hatıra defterinden

Image
2009 yılı hac mevsimi de geride kalırken, şimdi tâ 2006-2007 hac dönemine atıfta bulunacak olmamız, durup dururken olmuyor. Kurban Bayramı arefesinde kurbanlık duygularımızı bu uğurda sebil ederken şöyle demiştik:

Böylesi duygulardır ki, şu fakiri, üç yıl öncesine, arefenin, Arafat Vakfesinin Cuma gününe denk geldiği Hacc-ül Ekber’e ve bir hacının o zamandan kalma not defterine götürdü.

O not defterini neden saklı tuttuğunu, neden zamanında yayına sunmadığını ise, “Meselenin azametinden, nurunun haşmetinden, şavkının şiddetinden gözlerim kamaştı, nutkum tutuldu, kalemim sustu, perde kapandı, defterim görünmez oldu” şeklinde özetleyerek, not defterini şu fakirin inisiyatifine havale etti.

Hacdan önce de, günde beş vakit yöneldiği canı Kâbe’sine hacda bizzat kavuşan, onun etrafında pervane olan, onu kucaklayan, mültezemde gözyaşı dökerek yüzünü gözünü ona süren bu hacı, o gün bugündür Kâbe’sinden ayrılamıyor, haccından dönemiyor. “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın“ atasözü yerine, “Haccından dönenin adımı kırılsın“ diyerek, bir de lâtif bir lâtife yapıyor. Güzel olan hiçbir vesile yoktur ki, onun hac hatıralarını yeniden canlandırmasın, onu yeniden oralara götürüp ayak bastırmasın, el açtırmasın, yüz sürdürmesin ve gözyaşı döktürmesin. Mekke’de satın aldığı gömleği ve pantolonu, Medine’de satın aldığı hırkayı hâlâ giydikçe, oralardan getirdiği tesbih ve takkeleri hâlâ kullandıkça, zemzemi hâlâ tattıkça ve tattırdıkça, bunlar bir yana dursun, her namaza durdukça mânen oralara gidiyor, Kâbe’ye yüz sürüyor, mukaddes mekânlarda secdeye varıyor. Zilhicce’nin ilk on günü ve gecesi ona heyecan kaynağı oluyor, her Kurban Bayramında kurbanlık duyguları kabarıyor, her hac dönemi onun dönemi oluyor, 2006-2007 hac dönemini ona yeniden yaşatıyor.

Onun bir gazeteci edasıyla tuttuğu notlara, çektiği fotoğraflara, kaydettiği sesli görüntülere ve altını çizdiği unutulmaz hatıralara baktıkça, bunların neden siz değerli okurlarımızdan ve gazetemiz sayfalarından esirgendiği hususunda hayıflanmamak elden gelmiyor. Lâkin kendisi hemen hikmet cihetine bakarak, o zaman kaydedilenlerin bugüne dek saklı tutulma sebebini; ihlâs ve samimiyet süzgecinde süzüle süzüle hülâsa halinde bugün sizlere takdimi hikmetine hamlediyor.

O zaman sıcağı sıcağına yazılıp sunulsaydı, kim bilir nice ince ayrıntılar, yığın yığın fotoğraflar ve hac günlüğüne giren isimlerle, haccın mânâ ve ruhu incinebilirdi. Zira bu gazeteci hacının, yazı ve habercilik damarı orada bile kıpırdamış olacak ki, Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevî’de bile karşılaştığı ünlülerle, kendi hac günlüğüne dahil etmek sevdasıyla resim çektirmiş, onlarla sohbet etmiş. Ve bunların hepsi haccın mânâ ve ruh süzgecine takılmışlar, sadece kendileri takılmakla kalmamış, o zamanki hac günlüğünün bugünlere ertelenmesinde adeta onlar da kaderî rol almışlar.

Orada karşılaştığı nice meşhur isim, mukaddes ve muazzam Kâbe civarında, yerle Arş’ı birleştiren nur hattında ve daha sonra Mescid-i Nebevî kapılarında bizim gibi beşerî gölgelerin daha da uzamış gölgeleri olarak boy vermişler ve bizim gazetecinin mütevazı günlüğünü bile gölgede bırakarak, o günlüğün gününde gün yüzüne çıkmamasına kaderin fetva vermesinde rol sahibi olmuşlar. Bunları söylerken, hemen bir hakkı teslim etmek gerekir ki, asıl sorumluluk bizim gazetecide olup, o ünlülerin onun karelerine girme çabası olmadığı gibi, bilâkis o mukaddes mekânlarda olsun bari, medyanın dikiz aynasından sakınmaya çalıştıklarına kesin gözüyle bakılabilir.

Asıl marifet mi, hüner mi dense yeri olur bilmem, ama bizim şu medyaya ait olmalı ki, azıcık “ün“ kokusunu aldığı yere hemen koşuyor, birazcık üne bulaşanın yakasından düşmüyor. Mukaddes yolculukta bile o “ünlü“nün yoluna çıkıyor, mukaddes mekânlarda bile onu kendi haline bırakmıyor. Ve gele gele nihayet bir siyaset adamının, ihramlı halinin kameralardan korunması için etten duvar ördürülmesi garabetine bile şahit oluyoruz. Buna sebep de medyanın anlaşılmaz tutumu. Bırakınız Beldetül Emin yolcuları emin adımlarla emn ü eman içinde yollarına gitsinler. Bırakınız, devlet imkânları bari buralarda harcanmasın. Terör belâsına, emin olmayan yerlere yeteri kadar harcanıyor zaten..

Ayrıca iman ve hidayet yoluna giren bir mankenin namazı bile medyatik olabiliyor. Hac farizasını edası, reytinge feda edilebiliyor. Onun, geçmiş günahlarından pişmanlık adına döktüğü gözyaşı sahnelere taşınabiliyor. Halbuki manen, ruhen, kalben, fikren, vicdanen ve bütün duyguları itibariyle sükûnete, temiz manevî havaya, halis nefis muhasebesine, gösterişten ve sahtelikten uzak ciddî mekânlara herkesten çok muhtaç olanlar da, kendilerine “ünlü“ ünvanı yapıştırılanlardır. İsteyerek veya istemeyerek “şöhret“ arenasında görünenlerdir. “Riyanın ta kendisi ve kalbi öldüren zehirli bal“ hükmündeki şöhret hastalığına müptelâ olanlardır. Bırakalım, bari bu mukaddes yolculukta ve o mukaddes mekânlarda, kendileriyle başbaşa kalsınlar. Hakikat aynasında kendilerini görsünler. Beyaz kefeni andıran cepsiz ihramlarında, ölümle yüz yüze gelsinler. Magazin ortamında ve siyaset gündeminde tanınmaz hale gelen nefisleriyle yüzleşsinler..

****

Bir hacımızın hac günlüğüne bakarak buraya kadar yazdıklarımız, sadece bir girizgâhtır. 2006-2007 hac döneminde Avrupa Nur Cemaati hac kafilesine Avusturya’dan bir grupla ve eşiyle birlikte dahil olan bu hacımızın, on beş günlük mukaddes seferde tuttuğu notların tamamına yer vermek, her bakımdan imkânsız gibi gözüküyor. Kapağı bile Kâbe renginde olan güzel ve özel defterine yazmaya, şöyle bir girişle başlamış:

“Mukaddes ve muazzam Kâbe! Ferşle Arş’ı birleştiren Nur hattı. En günahkâr insana da, yeter ki imanı olsun, yeter ki Müslüman olsun, cemalini gösteren Güzel! “

***

Devamında buluşmak üzere derken, aynı üslûpla değil, belki beşerî zaaflarımızla âlûde “unutulmaz hac hatıraları“yla diyelim. İnşaallah..

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*