Birkaç aylık ömrünüz kalsa…

alt

Birkaç aylık ömrünüz kalmış dese doktorunuz; o anda ne hissederdiniz? Kızıp ortalığı mı yıkardınız?

Yoksa bir anda ümitsizleşip olduğunuz yere çökerek ölümünüzü mü beklerdiniz ya da hayata tutunup yaptığınız her şeyi son kez yaşamaya mı başlardınız?

Birkaç arkadaşa soruyorum: “Ne yapardınız?” Önce gülüyorlar, kendilerine yakıştırmak istemiyorlar. Sonra, “Bilmiyorum, ama…” deyip sıralıyorlar. Kimi, “En sevdiğimin yanına koşardım, çünkü bugün kırgın ayrılmıştık” diyor; kimi, “Hiçbir şeyi sorun etmez, keyfimce gezer, eğlenirdim” diyor. Diğeri, “Çok duâ eder, beni affetmesi için günlerce Allah’a yalvarırdım” diyor. Öteki, “Günlerce ağlardım.” diyor bir diğeri.

Hepimizde suskunluk hâkim. Sahil kenarında yürüyoruz. Dalgaların sesi konuşmalarımıza eşlik ediyor. Bir arkadaş, “Kendimize yakıştıramıyoruz. Ölüm o kadar uzak geliyor ki, sanki daha yıllarca yaşamamız gerekli” dediğinde, hiç konuşmayan arkadaşım söze karışıyor:

“Size yaşanmış bir olay anlatmak istiyorum: Yengemin babaannesi doksan yaşında vefat etti. Ölmeden önce bir anda hastalanmıştı. Hastaneye kaldırdıklarında doktor, ‘Soğuk almış, vücut dirençsiz olunca zatürreye çevirmiş. Yapılacak bir şey yok’ demişti. Bugün yarın ölür diye bekliyorlarmış. Bir ara yaşlı kadın gözlerini açıp etrafında bekleyenlere göz ucuyla bakmış ve ‘Hepiniz ölümümü bekliyorsunuz. Hatta içinizden, çok yaşadı bu kadar yeter, diyorsunuz. Ama evlâtlarım, ben henüz hayata doymadım. Doksan yıllık ömrüm, şu kapıdan girip çıkmak kadar çabuk geçti’ demiş.”

Hepimiz sessizliğe büründük. Evet, ölümün yaşı yoktur; lâkin hiçbirimiz kendimize yakıştıramıyorduk işte. Çok uzak gördüğümüz seneler, göz açıp kapayana kadar geçmişti oysa. Ömür bir yokuştan inercesine koşuyordu. Bir an yılları düşündüm. Aklıma, hayat boyunca yavaş bir şekilde cesedimiz elbisesini değiştiriyor; fakat ölümle birden soyunuyoruz, sözü geliverdi. Ve tabiî ömrünü bitirenler çok azken, umulmadık bir anda soyunanlar da milyonlarca…

Gariptir ki, her zaman başucunda olan ölüme rağmen, bu kadar pervasız ve ölümü düşünmeden adımını nasıl atabiliyor bu dünyada insanoğlu?

Yoksa bu sorun Bediüzzaman’ın, “Âhireti bildikleri ve iman ettikleri hâlde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musîbetidir” diye ifade ettiği dünyevîleşme musîbetinden kaynaklanmış olmasın? Takdir sizin…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*