Bu dünyada işimiz ne

“Bitti bitiyor, gitti gidiyor…”
Eskiden satıcılar pazar yerlerinde akşamüstleri ellerinde son kalan mallar için böyle seslenirlerdi.

Yaşadığımız her gün Allah’ın bir işaretidir. Geçen her güne dünyadan bakınca ömrümüzden bir gün eksilmiş görünür. Oysa öteden bakınca, ahirete doğru bir gün daha yaklaşılmış görünür. Bu gemi burada durmaz. Bitti bitiyor, gitti gidiyor. Ahiret limanına her gün bir adım daha yaklaşıyor.

Allah bize sadece bu dünyayı yaratıp vermekle kalmamış. O dünyanın içinde de nice dünyalar yaratmıştır. Bunlar küçük küçük dünyalar değiller. Belki de bazıları o büyük dünyamızdan da büyük. Ruhumuz, kalbimiz, aklımız, vicdanımız, türlü türlü duygularımız, her biri o dünyalardan biri.

Kendini ararken, benliğini bulmaya çalışırken, bir gün bu dünyaların birinde Hakk’ı bulur insan. Bu ihtiyacı ruhunda duyan ve arayan bulabilir. Sirkenin balı bozduğu gibi, kötü huy ve kötü arkadaş da insanı bozar. Bulanıklıktan kaçan, arınmaya çalışan ve hakkı arayan insan, çok geçmez, aradığını bulur. Zaten yaratılış gayemiz de o değil mi? Başka ne, yoksa bu dünyada işimiz ne?

Bu dünyada en güzel insan, kendisinden sonrakilere de güzel eserler bırakan insandır. Gönlü güzel olanların adımı da güzel olur. Yolu güzel olanların, yolculuğu da güzel olur.

Allah bize eserlerine hayran bir gönül, kendisine ulaşan güzel bir yol nasip eylesin. İsteyene Allah verir. Allah gönlümüze göre verir. Hem ne istedik de vermedi ki?

Hatta vermedikleri bile bizim için bir nimet değil mi? Sonradan sırrına vâkıf olduğumuz o kadar çok şey var ki… “İyi ki elimize geçmemiş, istediğimiz o zaman iyi ki verilmemiş.” diye sevindiğimiz o kadar çok şey var ki…

Bedenimizle değil, kalbimizle insanız, gönlümüzle insanız. İçimiz, dışımızla bir olduğunda insanız. Renklerin ve dillerin farklılığı dışında, insanlık ailesinin birbirine o kadar çok benzerliği var ki, şaşmamak mümkün değil. Bu iki farklı nokta da zaten Allah’ın âyetleri ve yaratılışın en güzel delilleri iken, şeytanın tuzak kurmak için odaklandığı bir merkez olmuş. Bu oyunu fark eden kül yutmaz. Aksine şeytana külâhı ters giydirir. Allah (cc) gibi bir yardımcıya, bir koruyucuya sığınanın, şeytan gibi bir düşmanı da olsa, ne yazar? Allah’tan uzak olan, bu zevkin tadını bilemez.  Güneşte kalmayan, gölgenin zevkini bilemez.

Allah ne yaptıysa, ne yarattıysa güzel yaratmış. Hele bir baksın insan nasıl yaratıldığına. Bir damla sudan bu hale nasıl getirildiğine bir baksın. Kur’ân’ın gözüyle bakmayan, düz yolda şaşar, karıştırır.

Evet, Kur’ân insanları barıştırır, şeytan yolları ayrıştırır. Kendini bilen, Rabbini bilir. O bilgi insana huzur verir.

Allah’ım, bir bahar yağmurudur bana seslenişin.
Baharı bir tohum gibi içime gönderişin.
Öyle diyor Âkif İnan:
“Adınla girmesem güne, geceye,
Bu gökyüzü her an kurşunlar beni…”
Huuuu huuuu huuuu…
Var mı duyan bunu?
Huuuu huuuu…

Kırkayak gibi çok ayaklarımız olacağına, varsın iki ayağımız olsun, böylesi daha güzel. Arılar, böcekler gibi binlerce petekten gözlerimiz olup sadece çiçeklerdeki polenleri görmektense, varsın renkli gören iki gözümüz olsun, yeter ki o gözler her şeyi Allah namına görsün, böylesi daha güzel. Ellerimiz, parmaklarımız çok olacağına, kollarımız filin hortumu gibi uzun olacağına, varsın bu haliyle kalsın, böylesi daha güzel. Allah ne yarattıysa, böylesi güzel. Allah ne yaratır da güzel olmaz ki? Yeter ki inceleyelim, yeter ki düşünelim, yeter ki görüp şükredelim.

Küçücük bir dil ile binlerce tadı, lezzeti aldıran Allah, hem konuşturuyor o dil ile bizi, hem de yiyeceklerimizi evirip çevirttiriyor kürek gibi. Her tat ve lezzet için ayrı bir dil gerekseydi, onu da yanımızda taşımak zorunda kalsaydık, ya da bir yerlerden satın almaya çalışsaydık, gücümüz yetmezdi. Nice tattan, nice nimetten ve nice lezzetten mahrum kalırdık o zaman. Böylesi daha güzel. Allah neyi nasıl yaratmışsa, öylesi güzel.

Her canlıda kulak var, ama kulağa giren sesin kalbe ulaşması sadece insanda var. O kalp ki, iman merkezi, şükür merkezi. O sadece insanda var. Kuşlar bile su içerken başlarını kaldırıp göğe bakarlar. Belki de kendi hallerince şükrederler.

İnsan bunlardan geri kalır mı? Şükür vazifesini yapmayan insan, insan olur mu? Bu, insana yakışır mı? Meyveyi yerken, ağacı, dikeni, toprağı unutmamalı insan. Hatta güneşi, bulutu, yağmuru da. Bütün bir kâinat; bir lokma ekmek, bir dilim meyve ağzımıza girsin diye ve biz şükredelim diye bizim için çalışıp duruyor. Çalıştırılıyor. Şükredelim diye, hamd edelim diye, o final cümlesini, o zincirin son halkasını biz söyleyelim diye çalışıyor. Her şey insanda karar buluyor.

İşte bu noktadan itibaren insan ya bir şükür fabrikası oluyor ya da boşa çalışıp boşa öğüten bir değirmene dönüyor.

Bitti bitiyor, gitti gidiyor…

Ömür ki; imanla yaşamış olana uzun, o nimetten mahrum kalana uzun da olsa kısa görünüyor. Allah yolunda olduktan sonra, ömürler uzun oluyor yıllar her ne kadar kısa olsa da.

Şükür en kolay ibadettir. Ama bir altyapı istiyor. Kalp istiyor, ruh istiyor, niyet istiyor, gönül zenginliği istiyor. Gururdan, kibirden uzak bir hayat istiyor.

Dünyada yaratılmış ne varsa, her şey emrimizdedir. Oysa hiçbir şey bize zorla bir şey vermeye mahkûm değildir. Sadece o sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizin emriyle hizmetimize koşturulup duruyorlar, o kadar.

Kimse kimseyi tanımıyor. Kimse kimseyi bilmiyor. Karanlık bir odada bile yüz yüzü görmüyor, ama Allah’ın gönderdiği her nimet, bizi zifiri karanlık bir gecede bile buluyor. Yedi kat yerin altına da girsek, yedi kat göklere de çıksak, o rahmet peşimizi bırakmıyor.

Kimsenin kimseyi tanımadığı bir dünyada, herkesi bilen ve tanıyan bir Allah var. İşte biz böyle muhteşem bir dünyada Allah’ın misafiriyiz. Her şeye hükmü geçen sonsuz merhamet sahibi bir yüce kudretin takibi altındayız.

Öyle diyor Bediüzzaman:
“Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.” (Sözler, 296)

Herkes nasibini arar bu dünyada. En büyük nasip, ki yaratanı bilmek, O’nu tanıyıp O’nu sevmektir. Yalnız başına kaldığında bunu çok daha iyi hissediyor insan. Ya bitiyor, tamamen tükeniyor adeta, ya da o bitmiş tükenmiş küllerin içinden hayata yeniden başlıyor, yeniden doğuyor. Hayat ki orta malı değil, ucuz hiç değil ve olmadı da hiçbir zaman. Ondan kıymetli bir nimet de bulunamadı hiçbir zaman ve bulunamayacak.

Hayat ki verildiği için değil, belki de alındığı için kıymetli…
İnsan bunu böyle bilmeli, böyle bellemeli.
Hayat elinden alınmadan, buradan o güne en güzel çiçekler dermeli, derlemeli insan.

Bir ağaç bile yaprağıyla, gölgesiyle, meyvesiyle, nasıl ki sayısız faydaları dokunuyorsa insanlara, ya insan? O da geri kalmamalı, çalışmalı, çalışmalı… İyiliğin merkezi olmalı. Hakkı ve hakikati duyurmalı. Bittim dediği yerde Rabbinden yardım istemeli. Toprağın konuştuğunu duymalı. Ağacın, yıldızın kendine seslendiğini duymalı insan. Gökyüzünde, yeryüzünde de okumalı kendi hayatını. Ellerinde, ayaklarında, hayatının her anında okumalı. Ve sonra şöyle demeli:

“Severiz her güzeli Senden eserdir diyerek.”
Güzellikleri severiz de, o güzellikleri yaratan Allah’ı sevmez miyiz?
Seviyoruz güzellikleri, sevmeliyiz o güzellikleri yaratanı da.
Bu dünya, ötelerden haberci. Bu dünya, yaratandan haberci.
***
Soralım şimdi kendimize:
Bu dünyada işimiz ne?
Bu güzellikleri görmek ve onu verene şükretmek değil mi?
***
Rabbimize sonsuza kadar hamd olsun.
Resul-i Ekrem’e (asm) ve âl ve ashabına sonsuza kadar salât-u selâm olsun…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*