Bu hikâye yeni değil

Tarih tekerrürden mi ibarettir? Mazi ile hâli beraberce nazarda tutmak elbette kolay değil. Hadiseleri bir bütünlük içinde çerçeveye oturtabilenler, ilgili yönlerini bulacak, tarihin tekerrür dalgalarıyla ortaya çıkan manzaralardan zarurî olan dersleri çıkaracaklar.

İnsanlığın yeniden materyal veya eşya olarak değerlendirildiği, “modern kolonial” tabiriyle açıklanabileceği bir dalgayı yaşadığını zannediyoruz. İnsanlar için düne kadar “sürü, yığın, şuursuz kalabalıklar” deyimlerini kullananların bugün aynı mânâyı “dönüştürme” kelimesiyle ifadeleri ilginç değil mi? İnancımıza göre, medeniyetlerde insanlar dönüştürülmez. Yani insanî tekâmül ve tecdid vardır, dönüşüm yoktur. İstihâle kelimesi, eşref-i mahlukat hayattar insan için kullanılmaz. Daha ziyade biyolojik-kimyasal alanlarda kullanılan bir kelimedir. Eğer birileri “enstitülerde” hazırladıkları program gereği bazı coğrafyalardaki insanları dönüştürmeden bahsediyorsa, o­nların tahribatçı ve materyalist olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hıristiyan ve İslâm kökenli medeniyetlerin insan dönüştürmesiyle alâkaları olmayacağı kesin. Herşeyi “menfaatleri” istikametinde dönüştürebileceklerini zanneden “dönüştürmeci yeni muhafazakârlara” medenî milletlerden birilerinin “insan dönüşümünün” mümkün olmayacağını söylemeleri gerekiyor. Zira; neticesi kan, işgal, iğfal ve tahrip olan bu tür dönüşüm deneylerine laboratuarımızın dayanamayacağı ortada. Sarsıntılar, iklim değişmeleri, atmosferdeki tahrip ve sulardaki aşırı kirlenme bu tür deneylerin dünyamızı yaşanmaz hale getirdiğine çok açık deliller değil mi? İran, Irak ve Vietnam’da nükleer, kimyasal ve biyolojik silâhların peşine düşen bu haramîlerin dünyayı koruma noktasında hiçbir uluslararası anlaşmanın altına imza atmamaları, bunların bizzat dünyamızın canına kastettiklerinin bir ispatı olsa gerek. Başta İsrail olmak üzere dünyanın bir çok yerine en tehlikeli silâhları yerleştiren tahribatçıların nükleer silâhlardan şikâyet etmeleri ve hürriyetlerden bahsetmeleri kaderin ters dönüşünden başka bir şey değildir.

Geçen bir iki sene zarfında Gürcistan ve Ukrayna’nın başına gelen “turuncu devrimleri” takip etmeseydik, 12 Eylül sonrasında Türkiye’ye sökün eden “prensleri” hâlâ yerli zannedecektik. Doğrusu hâlâ “Özal’ın prensleri” olarak anacaktık. O Washington Prenslerini hatırlarsınız… Uzun bir süre merhum Özal Amerika’da tatil yapmıştı. 12 Eylül’ü payımıza düşüren üst düzeyle uzun süre birlikte çalışmışlardı. Sonra da Amerika’nın Türkiye masası tarafından yetiştirilmiş Türkiye kökenli “prensleri” itina ile seçmiş ve kıymetli eski müsteşara tevdi etmişlerdi. Konsey üyeleri vitrini doldururlarken asıl işleri bizim Amerika çıkışlı “prensler” yürütmüşlerdi… Dehşetli neticelerini hâlâ yaşayan Türkiye, zihnen “iğfalden” henüz tam kurtulabilmiş değil…

Fitne hareketlerinin çıkardıkları kargaşa, ihtilâl ve yağmayı Amerika faydasına zannediyordu. Daha doğrusu “haris, ihtilâlci ve zalim” kuvvetleri siyaseti uğrunda kullanabileceğini umuyordu. Amerika bu “dinsiz hareketleri” kontrolü altında tutamayacağını anlayana kadar “karşı hareketin işgâline” uğradı. 11 Eylül işte bu iç işgâlin neticesiydi… Bu vurgunu ne zamana kadar giderebileceğini zaman gösterecek.

Doğu blokunun çöküşünden hemen sonra “ikinci Amerika’nın” doğu bloku ülkelerinden gençleri ülkesine taşıyarak istikbâlin idarecilerini yetiştirmeye başladığını henüz yeni anlıyoruz. Yuşenko (Ukrayna başkanı) ile Zaika Şivili’nin bakan ve üst bürokratlarına şöyle göz attığınızda hadiseyi rahatlıkla seyredebiliyorsunuz. “New York merkezli hareket”in hedefi yalnızca İslâm ülkeleri, Asya ve Afrika’dan ibaret değilmiş. Selanikli Sarkozy gibi politikacılarla Avrupa’yı da oyununa dahil etmeye çalıştığını müşahede ediyoruz. Türkiye’nin AB’ye girişini Sarkozy ile engellemeye çalışan bu hareketin kadife devrimleri New York’ta yetişen çocuklarla bu arada devam edeceğe benziyor. Bilhassa Türkiye dışındaki Türk okullarından yetişerek Amerika’ya giden Müslüman kökenli gençlere dikkat etmek gerekecek… Çok iyi niyetle işe başlamak yeterli olmuyor. Hâdiseler neticeleri tayin ettiğine göre; “turuncu ve kadife” devrimlerin bilhassa Türkî ülkelere sıçramamasına dikkat etmek lâzım.

Hadiseye antiamerikanismus penceresinden bakmak fevkalâde yanlış. Zira dünya genelindeki bu devrim, işgal, savaş ve yağmaların Amerikan ekonomisine faydası olmuyor ve Amerikan halkı yalnızca sair halkların nefretini deriyor bu hadiselerden… Son zamanlarda istatistiklerden ortaya çıkan “global Amerikan nefreti”nin sebebini çerçevedeki resmin dışına kaçmış parçalarında aramak lâzım. İkinci Amerika’nın veya Avrupa’nın başardığı en büyük ihtilâlin “12 Eylül” olduğunu iddiaya devam edeceğiz. Bu hareket başka ülkelerde kamuflaj veya gizlenme ihtiyacı pek hissetmiyor. Yalnızca “sivil-toplum” kılıfını kullanıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*