Bu yazıyı, o ağabey ölmeden önce mi yazdın? (Tâziye yazıları üzerine)

Yazdığımız yazılardan bazıları da, “tâziye yazılarıdır”. Zaten okuyanlar biliyorlar. Gençliğimizin ilk yıllarında gazetemize çeşitli konularda yazılar yazmaya başlayınca, biraz da yaşımızın genç olduğundan mıdır nedir artık bilemiyorum, pek tâziye yazıları yazmak aklımıza gelmiyordu.

Fakat, sebeb-i hayatım olan rahmetli validemin garib bir şekilde rahmetli olmasını hiç unutamıyordum. Anacığım kucağımda vefat etmişti. İşte, onun vefat tarihinden üç sene sonra, 18 Temmuz 1990 tarihi olan vefatının seney-i devriye gününde yazdığım yazı, ilk tâziye yazımız oldu. Ondan sonra da, hassaten cemaatimizden irtibat içinde bulunduğumuz, hukukumuz olan, görüşüp tanıştığımız birçok ağabey ve kardeşlerimizin vefatlarından sonra, hem onlara hüsn-ü şahadet olması babında, hem de rahmet ve fatihalara vesile olması sadedinde, bu güne kadar yetmiş kadar kişinin “tâziye” yazılarını yazmışız.

Bundan birkaç sene önce, Bursa’nın yeni kabristanı olan Hamitler mezarlığında, kalabalık bir cemaatle bir kardeşimizin defin işinde bulunuyorduk Yine onun da “tâziye” yazısını yazmıştık. Yanımda, o zaman Bursa’ya misafir olarak gelen yazarımız, sevgili kardeşim Selahaddin (İslâm) Yaşar ile Mustafa Yılmaz hoca bulunuyordu. Orada, bizim o yazıya atıfta bulunarak, ikisi birden “artık bize de bir tâziye yazısı yazarsın değil mi? “ dediler. Ben de “vallahi orasını Allah bilir. Artık ben mi size yazarım, yoksa siz mi bana belli olmaz” diye biraz da lâtifeleşmiştik.

Kendimize vazife addettiğimiz bu nevi yazıları, tabii haber alır almaz hemen yazıyoruz. Hatta bazı vefat haberleri de ilk önce bize geliyor ve bunlardan bizim, gazetemize bildirdiklerimiz de oluyor. Öyle oluyor ki, aynı anda yazıyı yazıyoruz, vefat haberi veya ilânı ile birlikte aynı gün yazı da neşrediliyor. Buna bazı kardeşlerimiz şaşırıyor, “yahu nasıl oluyor da anında yazıyorsun?” diye. Eh, çok şükür Cenab-ı Hakk, o anlarda, kalbimize hemen ilham veriyor ve yazıyoruz. En son Sungur ağabeyin vefat gününde İstanbul’da, bir ziyafette bulunuyordum. “Nasıl olsa da yazıyı yazsam?” diye düşünürken, Cenab-ı Hakk, bir suhulet meydana getirdi. Burası büyük ve tarihi bir tesisti, müdürünün odasına gittim ve kendimi tanıtarak durumu anlattım, “derhal, buyurun” diye bize bilgisayarlarını tahsis ettiler. Ve yazıyı yazabildik şükür.                     

İşte, başlıkta kullandığımız ifadenin meydana geldiği bir durum da, geçtiğimiz ay içerisinde vefat eden, Bursa’mızın sessiz hizmet kahramanlarından Mehmed Gültekin kardeşimize yazdığımız yazımız oldu. Sabah erken saatlerde haberi alır almaz yazıyı yazıp evden çıktık, cenazenin namaz ve defin işlerinin tahakkuku işlerinde bulunduk. Akşama doğru, yine Bursa’mızın, Van’lı dört fedakâr kardeşlerden Mustafa Yılmaz’ın işyerine, bir çay içmek için uğradık. O arada da gazetemizin ertesi günkü nüshası internette çıkmıştı, ona baktık, Mehmed kardeşin tâziye yazısını gören Mustafa kardeş, (tabii bir de aynı gün, hemen cenaze defninden sonra yazıyı görünce) o çabukluğa şaşırarak, “ağabey, sen bu yazıyı, o ağabey ölmeden önce mi yazdın?” dedi. Tabii biz buna hem tebessüm ettik, hem de “kardeşim olur mu öyle şey?” dedik ve vaziyeti anlattık. Bununla alâkalı olarak aklıma bir şey geldi. Bundan otuz sene kadar önce, Necmeddin Şahiner çok ağır bir trafik kazası geçirmiş, yoğun bakıma alınmıştı. Hatta öldüğünü söyleyenler bile vardı. İşte o hengâmede, (bize birisi anlatmıştı) o zaman Yeni Asyada yazan bir-iki yazar, tâziye yazısı dahi yazıp hazırlamış fakat sonradan yaşadığı öğrenilince yazılar neşredilmeden kalmıştı. Mustafa kardeşin söylediği o söz üzerine aklımıza bu geldi, biz de biraz tebessüm ettik.

Bu vesileyle, tekrar yâd ettiğimiz vefat eden bütün kardeşlerimize, akrabalarımıza, ehl-i imana, Rabbimiz rahmet eylesin, merhamet eylesin İnşâallah!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*