Burdurlu Nur Talebeleri, ‘Sadakte Üstadım’ dediler

87 yıl sonra 27 Mayıs 2012 günü saat 13.00 itibari ile yıllar öncesinin; çileli bir yolculuğun, ilk mihenk taşının konduğu ve Nur hakikatlarının neşvünema bulduğu, gurbet içinde gurbet hayatına yelken açan yalnız “milletinin iman istikbali için ebediyetini feda etmeyi” göze alan Said Nursî’nin Burdur’a gelişi Risale-i Nur dersi yapılarak hatırlandı.

Sürgün ve hapishane hücrelerini Medrese-i Yusufiye’ye çeviren, en büyük feylesoflara meydan okuyan, en büyük muannidleri susturan, öteler ötesinin “Sahib-i Hakikisi olan Rabb-i Rahime nasıl istikametle ulaşılır?” konusunu hakikatlere sağır ve kör olanlara da gösteren Bediüzzaman’ın Burdur’a teşriflerinin yıldönümü münasebetiyle düzenlenen sohbet toplantısı büyük ilgi gördü.

Bilindiği gibi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, 1926 yılında, bir dut mevsimi zamanında devrin idarecileri tarafından Burdur’da ikamete mecbur bırakılmıştı. Burdurlu Nur Talebeleri, Said Nursî’nin ikamete mecbur bırakıldığı Divan Baba Camii ve onun yanındaki küçük odada; “Sadakte Üstadım!” diyerek bir program gerçekleştirdi.

Burdur Eğitim Kültür ve İrfan Derneği’nin Başkanı Fethi Semiz’in sunumuyla ve Kur’ân okunmasıyla başlayan programda, “Nurun İlk Kapısı”ndan “Beşinci Ders” okunarak program başlatıldı. Toplantıda günün önemini anlatan bir konuşma yapan Said Solak, Burdur hatıralarından bahisle lâtif ve lezzetli bir sohbet gerçekleştirdi.

Yapılan sohbetlerin sonunda Türkiye birincisi Hafız Yavuz Mutlu, dinleyenlere Kur’ân ziyafeti çekti ve arkasından ikindi namazı ve ikramlar eşliğinde sohbet toplantısı sona erdi. Toplantı sonunda yemek duâsını da Osman Sarı gerçekleştirdi.

“Elhamdülillah”larla ve geleneksel hâle gelmesi talebi ile sohbet toplantısı sona erdi.

ÜSTAD’IN BURDUR’A GELİŞİ

Bediüzzaman, Erek Dağı’nın başında iman ve Kur’ân hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanması için gayret içindeyken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde ise Ankara’ya karşı tepkiler oluşuyordu. Böyle gergin bir ortamda hükümete karşı ayaklanmayı plânlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi. Ancak Said Nursî, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak, onu isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek olmak isteyen doğunun namlı ve güçlü Hamidiye Paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme, kan dökme, kan dökme!” diye cevap vermiş; Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.

Bediüzzaman’ın ayaklanma sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı’ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi. Van’dan diğer sürgünlerle beraber kara yoluyla önce Trabzon’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a götürüldü. Yaklaşık 20 gün kadar süren sorgulama sürecinde İstanbul’da kaldıktan sonra, Ankara’dan resmî bir yazı geldi. Bu yazı ile onun Burdur’da zorunlu ikamete tâbi tutulması emrediliyordu.

İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya’ya ve nihayet 1926 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur’a götürüldü. Bediüzzaman Burdur’a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler vermeye başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “1. Ders, 2. Ders, 3. Ders…” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap hâline getirdi. Bu kitabı daha sonra Nurun ilk kitabı olarak, “Nurun İlk Kapısı” ismiyle yayınladı. Bir yandan da eserlerini yazmaya devam ederek, daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek parçalarını ele aldı.

Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta’ya gönderilmesini emretti. (www.risaleinurenstitusu.org)

KADERİN HÜKMÜ

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin devrin idarecileri tarafından zulmen Burdur’a sürgün edildiği gerçeğiyle birlikte; yine bizzat Üstadın ifadesiyle “İnsanlar zulmeder, kader adalet eder” hükmünün gereği, o kendisinin Burdur’a kaderin bir cilvesi olarak sevk-i İlâhi ile sürgün edildiğini söyler. Bununla ilgili, bizzat kendisi “Şefkat Tokatları” (10. Lem’a) isimli risalesinde şöyle der:

“(…) Bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükümet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdur’a getirildim.

Orada yine hizmet-i Kur’âniyede bulunduğum miktarca—o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu; her akşam ispat-ı vücut etmekle mükellef oldukları halde—ben ve hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda gitmedim, hükümeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşaya şikâyet etmiş. Fevzi Paşa demiş, ‘Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz.’ Bu sözü ona söylettiren, hikmet-i Kur’âniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet-i Kur’âniyede muvakkat fütur geldi; aksi maksadımla tokat yedim. Yani bir menfâdan diğerine, Isparta’ya gönderildim.”

BURDUR HAYATINDAN BİR HATIRA

Burdur hayatıyla ilgili olarak, Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayatı” isimli eserde şöyle bir hatıra yer alır:

“Bediüzzaman Said Nursî Burdur’da iken, birgün o zamanın Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak Burdur’a geliyor. Vali, Mareşale: ‘Said Nursî hükûmete itaat etmiyor; gelenlere dînî dersler veriyor’ diye, şekvada bulunuyor. Mareşal Fevzi Çakmak, Bediüzzaman’ın ne kadar dahî ve ne kadar manevî büyük ve müstakîm bir zat olduğunu bildiği için, diyor ki:

‘Bediüzzaman’dan zarar gelmez; ilişmeyiniz, hürmet ediniz.’” (Tarihçe-i Hayat, s. 136)

“NUR’UN İLK KAPISI”

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Burdur’da verdiği imanî derslerden oluşan “Nur’un İlk Kapısı” isimli risaleyle ilgili olarak, bizzat müellifin kendisi, eserin ‘mukaddeme’sinde şöyle demektedir:

“..sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. Açtım, baktım ki, Eski Said ile Yeni Said’in birbiriyle münazara edip nefs-i emmareyi susturan ve şuhud derecesindeki hakikatleri ihtiva eden on üç dersler olup, bu on üç dersin doğrudan doğruya Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın âyetlerinden aynelyakîne yakın bir surette Yeni Said’e ders olduğunu ve bütün bu derslerde doğrudan doğruya birinci muhatap Said olduğunu gördüm. Küçük Sözler’in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm.

“Hususan, bu risalenin âhirinden bir parça evvel, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) ait olan On Dokuzuncu Söz, gayet kısa olduğu halde, gayet büyük ve gayet kuvvetli olduğu için, bu çekirdek olan risaleye aynen girmiş. Demek o Söz, gayet ehemmiyetli olduğu içindir ki, aynen Nurun bu çekirdeğine girdiği gibi, Nur mecmualarında da mükerreren neşredilmiş.

Bu eser bana çok ehemmiyetli geldi. Asla ve kat’a hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman’ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nev’inden, onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, bin bârekâllah dedim.” (Nur’un İlk Kapısı, Mukaddeme’den)

“ALTINCI DERS”TEN: Kur’ân’ın edebiyle edeplen!

“Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniyledir. Tevfik O’nundur. Minnet O’nadır. Senin hakkın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fahir, irae, yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmediğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gururlu oldun.

Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O hasenatı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer’una vasıta ve vesile oluyorsun. Belki, Allah’ın malını ve ef’alini, esbaba ve tağutlara taksim ediyorsun.

Hem, şu cehildendir ki, nefsinle sana âidiyeti olan seyyiatı kadere vererek mes’uliyetten kaçıyorsun.

Hem, nass ile sabit olan Fâtır’ın sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun—tâ işlemediğin şeylerle medholunasın. Şu edeb-i Kur’ân ile edeplen. Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” (Nisâ Sûresi, 4:79.)

Malına sahip ol; başkasının malını gasbetme. Hem Kur’ân-ı Kerîm diyor ki: “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da ancak o kötülüğün misliyle cezâlandırılır.” (En’âm Sûresi, 6:160.)

Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde, birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden, muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmâz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adavet-i müsi’den, musi’in akaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’âniyeyle edeplen. Kur’ân’ın edebiyle edeplenmeyen, zamanın sillesiyle tedip olunacağı muhakkaktır.”
(Nurun İlk Kapısı, 6. Ders, s. 89)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*