Bütün sıkıntılar, hizmete daha çok sarılarak aşılır

İlâhî bir yönlendirme, istihdam ve tavzifle vücuda getirilip, dört ana esasından biri “şevk-i mutlak” olarak ifade edilen bir hizmetin, şevk, çalışma, gayret ve ciddiyet prensipleri üzerinde yükselip neşv ü nema bulması, gayet manidar.

Şevk, gayret, ciddiyet

Üstad, Barla’da Risale-i Nur’un telifine başlarkenki durumunu “kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan (insanlarla bir araya gelmekten) men edilmiş” ifadeleriyle tasvir ettikten sonra diyor ki:

“Cenab-ı Hak kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur (gayretli), fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin (yardımcı) ihsan etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’âniyeyi o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi.”

“Ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hasiyetleri” ile “bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden” “mübarek bir cemaat” teşkil eden bu muavinlerin özelliklerini de şöyle sıralıyor Üstad:

* Şevk ve sa’yü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’âniyeyi ve envar-ı imaniyeyi (Kur’ân’ın sırları ile imanın nurlarını) etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri.

* Harflerin değiştiği ve İslâm harfleriyle yazılan eserleri basacak matbaanın kalmadığı bir zamanda, usanç verip şevki kıracak pek çok sebep varken tam bir şevk ve gayretle hizmete koşarak iman nurlarını insanlara ulaştırmaları.

İşte o son derece zor şartlarda bu durumu “doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zahir bir inayet-i İlâhiye” olarak niteliyor Üstad.

Demek ki, bu İlâhî inayet tecellîsinin, hizmeti bütün zor şartlara rağmen olağanüstü parlak bir şekilde inkişaf ettiren tezahürlerindeki anahtar ve kilit kelimeler şevk, sa’yü gayret ve ciddiyet.

İlâhî bir yönlendirme, istihdam ve tavzifle vücuda getirilip, dört ana esasından biri “şevk-i mutlak” olarak ifade edilen bir hizmetin, şevk, çalışma, gayret ve ciddiyet prensipleri üzerinde yükselip neşvü nema bulması, gayet manidar.

Şevk, çalışma isteği ve gayreti ile vazifedeki ciddiyetin, hele caydırıcı ve zor şartlar altında İlâhî inayet mânâsıyla irtibatlı birer ihsan-ı İlâhî olması da meselenin bir başka önemli vechesi.

Bu ihsan, ikram ve nimete mazhar olmanın öncelikli şartı ise ihlâs. Yani, araya başka hiçbir şey katmadan, kendisinde birşeyler vehmetmeden, münhasıran Allah rızasına kilitlenip sadece Onun rızasını hedefleyerek hizmete koşmak.
Üstad, bir sonraki pasajda onu söylüyor:

“Velâyetin (evliyalığın) kerameti olduğu gibi, niyet-i halisanın (ihlâslı niyetin) dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet (kardeşlik) dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün (dayanışmanın) çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil (tam bir evliya) hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.” (Mektubat, s. 360-1)

Onun için, böyle bir hizmetin mensubu olma mazhariyetine erişenlerin, her hal ve şart altında bu mânâları yaşayıp canlı tutma gayreti içinde olmaları ve zorlukları “Allah için teşkil ettikleri dayanışma” ile aşmaya çalışmaları gerekir.

Üstadın aynı bahisteki son sözleri de anlamlı:

“Bir kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır; aynen öyle de, şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz. Elbette, böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum…”
Risale-i Nur’un birinci muhatapları ve saff-ı evvel talebeleri için ifade edilen bu mânâlardan hissedar olmanın bazı asgarî şartlarını, aynı ihlâsı yaşama; aynı şevk, sa’yü gayret ve ciddiyetle hizmete sahip çıkıp sarılma; aynı tesanüd ve kenetlenmeyi başarma gayreti içinde olmak şeklinde ifade etmek her halde yanlış olmasa gerek.
Evet, bu noktalarda ne durumdayız?

Bir âyetin mânâsı

Üstad, evradları içinde de çok sık tekrarladığı ve eserlerde “âyet-i hasbiye” olarak zikredilen “Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: ‘Allah bana yeter, O′ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben O′na tevekkül ettim” mealindeki Tevbe Sûresi 129. âyetinin tefsirinde diyor ki:

“Bu âyetin mânâsına bu zamanda tam mazhar ve herkes onlardan çekinmesinden fütur getirmeyerek (yılmayıp), ‘Hasbiyallah (Allah bana yeter)’ deyip mütevekkilâne müşkilât-ı azîme (büyük zorluklar) içinde envar-ı imaniyeyi (iman nurlarını) ve esrar-ı Kur’âniyeyi (Kur’ân’ın sırlarını) neşreden, ehl-i imanı me’yusiyetten (ümitsizlikten) kurtaran, başta Risaletün-Nur ve şakirdleridir (talebeleridir).” (Şuâlar, s. 1082)

Risale-i Nur mesleğinin temel çizgisini belirleyen ana prensipleri bu ifadelerde görüyoruz:

Bir defa “Allah bana yeter” sözünde ifadesini bulan derin iman ve tevekkül ile, bunun her hal ve şartta ve de bütün olumsuzluklara rağmen hayata yansıtılması, işin temelini oluşturuyor.

Böyle bir iman ve tevekkül ile her türlü zorluğa göğüs gerecek, hattâ Yirmi Üçüncü Söz’deki ifadesiyle “kâinata meydan okuyacak” bir kuvve-i maneviye kazanan hakikat kahramanlarının, yılgınlık, bezginlik ve usanç gibi tuzaklara düşerek hizmeti gevşetmeleri söz konusu olabilir mi?

Onun için, tahkikî imanı elde edip onu hayat boyu devam eden bir terakkî sürecinde inkişaf ettirme gayreti içinde olmak, işin püf noktası.

Ve Risale-i Nur işte bunu sağlıyor.
Bu bakımdan, Risale-i Nur’la canlı, dinamik, aktif ve sürekli bir irtibat halinde olmak, bu açıdan da son derece büyük bir önem arz ediyor.

Bahse konu âyetin müjdeler yüklü mânâsına mazhar olmanın yolu da bu imandan geçiyor.

Böyle bir imanın kazandırdığı ihlâs ve sebat hasletleri, sahiplerine, herkes onlardan çekinse ve onları yalnız bıraksa dahi, yılmadan hedefe yürüme kararlılığını bahşediyor. Ve bunun en güzel örneklerini, tek başına çıktığı yolda 23 yıl gibi kısa bir sürede dâvâsını bütün insanlığa mal etmenin temelini atan Peygamberimizin (a.s.m.) ve onun izinden yürüyen hak yolcularının hayatlarında görüyoruz. Ve Üstad Bediüzzaman da onların bu çağdaki en son temsilcisi.

Bu yolda yürüyen bahtiyarların odaklandıkları ve hayatlarını vakfettikleri tek gündem var:

İmanın nurlarını ve Kur’ân’ın sırlarını neşir.

Bu, karşı karşıya gelinebilecek bütün zorluk ve engellere pes etmeme ve onları aşma gücü verip, ulvî haz ve lezzetini de kendi içinde barındıran son derece yüksek bir hizmet ve ideal.

Aynı zamanda—çağın getirdiği bütün iletişim teknikleriyle ve her alanda verilmesi gereken—bu neşir hizmeti, imanları kurtararak insanlara sonsuz saadet formüllerini gösterme hedefine kilitlenen vasfıyla, öncelikle bu ideal için çırpınan gönüllü fedakârlarının dünyalarını aydınlatırken, aynı zamanda, ahirzamanın olumsuz hadiselerine bakarak ümitsizliğe kapılan bütün ehl-i imanı da ümitsizlik girdabından çıkarıp onlara taze bir moral, şevk ve heyecan veriyor.

Bu şevk ve heyecanın müşahhas örneklerini en başta Üstadın, sonra da saff-ı evveldekilerden başlayıp, Nur hizmetine vakf-ı hayat etmiş kahramanların hayatlarında görmek mümkün.

Satırlara dökülmüş belgelerini ise Zübeyir Gündüzalp’in, her cümlesi, uyuşmuş ruhları ayağa kaldıracak birer motivasyon kaynağı olacak şekilde kaleme aldığı—Sözler ve Gençlik Rehberi’nin sonlarındaki—konferans metinlerinde, mahkeme müdafaalarında ve farklı imzalarla neşredilen mektuplarında okuyabiliyoruz.

Yani, başka şevk kaynağı aramaya hacet yok.

Sıkıntılar hizmetle aşılır

Ubudiyet imtihanları için gönderildiğimiz bu dünya hayatında sevinçli ve coşkulu anlar da elbette vardır, ama genel itibarıyla baktığımızda sıkıntılı zamanların daha çok olduğunu ifade etmemiz her halde yanlış olmaz.

Kabz-bast, tıkanma ve açılma hallerinin birbirini takip etmesi veya bazan iç içe geçmesi, hem imtihan sırrının bir icabı, hem de Esma-i İlâhiyenin farklı tecellîleri bunu gerektiriyor. Meselâ Bâsıt isminin tecellî ettiği anlarda yaşadığımız inşirah ve sevinç halleri, Kàbız ismi hükmünü icra ettiğinde yerini sıkıntı, daralma ve kasvete bırakabiliyor.

“Cemal ve Celâl tecellîleri” tabiri de aynı mânâyı daha değişik boyutlarıyla dile getirmekte.

Bu gibi hallerde bize düşen görev, inşirah ve sevinç hallerini şükürle, sıkıntı ve kasvet durumlarını da sabırla karşılayıp, her iki halden de bizi Rabbimize yakınlaştıracak neticeler almak.

Bunu yapabilmek, tabiî ki, iman mertebelerinde kat edeceğimiz merhale ve derinliğe bağlı.

İmanımız ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa, hayatta başımıza gelecek ve karşımıza çıkacak halleri Allah’a daha da yaklaşma vesilesi kılmamız o derece imkân dahiline girer ve kolaylaşır.

Şer gibi görünen hadiselerin arkaplanındaki hayırları keşfederek, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi “Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” deme huzurunu elde etmenin anahtarı, böyle bir iman mertebesine erişmekte.

Yine İbrahim Hakkı’nın “Hoştur bana Senden gelen/ Ya gonca gül, yahut diken/ Ya hayattır yahut kefen/ Nârın da hoş, nurun da hoş/ Kahrın da hoş, lütfun da hoş” mısraları da imandaki derin teslimiyetin huzurunu terennüm ediyor.

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder” diyen (Sözler, s. 501) ve hakikî imanı elde eden bir insanın kâinata meydan okuyup, imanının kuvvetine göre hadiselerin tazyikinden kurtulabileceğini vurgulayan Üstad Bediüzzaman da, kabz-bast hallerinin intibah ehline geldiğini ve terakkîye vesile olduğunu söylüyor (Kastamonu Lâhikası, s. 10)

Çünkü sürekli bast hali insanı “Ben işi bitirdim, Cenneti garantiledim” fikriyle gaflete, bitmeyen bir kabz ise ümitsizliğe düşürebilir. Oysa insanın istikamet üzere devamı, havf-reca, yani korku-ümit dengesinin muhafazasına bağlı.

Her namazdan sonra tesbihatta ve sair dua ve münâcatlarda tekrarladığımız “Allahümme ecirnâ minen-nâr” (Allah’ım, bizi Cehennem ateşinden koru” yakarışı bu dengenin korku ayağını, “Allahümme edhılne’l-Cennete maal-ebrar” (Allah’ım, bizi hayırlı kullarınla beraber Cennete koy” duâsı ümit ayağını ifade ediyor.

Yanılmıyorsak Hz. Ömer’e (r.a.) atfedilen “İşitsem ki, Cehennemde sadece bir kişilik yer kalmış, acaba orası benim için mi diye titrerim; ve yine işitsem ki, Cennette bir kişilik yer kalmış, oraya da ben gireceğim diye ümitlenirim” mealindeki söz de bu hassas dengenin ifadesi.

Bu dengeyi yakalayıp, İnşirah Sûresinde dikkatimize sunulan ve “Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır” mealiyle aktarabileceğimiz prensibi hiç hatırımızdan çıkarmayarak, zorlukları sabır, kolaylıkları şükürle karşılama olgunluğuna erişebilirsek saadetin anahtarını elde ederiz.

Bu noktada, sûrenin 8 âyetine birden bakmamızda da fayda var:

“1. Biz senin göğsüne genişlik vermedik mi? 2-3. Sana kuvvet ve metanet vererek, belini büken bir yükü üzerinden kaldırmadık mı? 4. Biz senin şânını da yücelttik. 5. Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. 6. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır. 7. Bir işi bitirince bir başkasına giriş. 8. Ve yalnız Rabbine yönel.”

Aslında bu âyetler, çeşitli sebeplerle daralan, bunalan, inkıbaz haline giren herkes için son derece tesirli bir reçete niteliğinde. Bunlardaki mesajları kavrayıp gereğince amel eden bir insan ne stres yaşar, ne depresyon ve bunalıma girer, ne de “kadere isyan” edip şirazeden çıkar.

Birinci muhatap olarak Peygamberimize (a.s.m.) seslenen bu mesajlardan gereğince istifade edebilmenin anahtarı, elbette ki iman ve teslimiyet.

İmanlı insan, hayat imtihanının cilvesi olarak zaman zaman yaşadığı daralma ve bunalma hallerini, Allah’tan istemesi gereken gönül ferahlığıyla; zorlukları da yine Allah’ın vereceği kuvvet, dayanma gücü, sebat ve metanetle aşabilir.

Bir sıkıntı, engel ve zorluğu aştığımızda söyleyegeldiğimiz “Üzerimden ağır bir yük kalktı” sözünde dile gelen hafifleme ve ferahlama hissinin bu sûredeki 3. âyette “Belini büken bir yükü üzerinden kaldırmadık mı?” şeklinde beyan buyurulması ne kadar mânâlı ve rahatlatıcı bir müjde ifadesi…

Bir sonraki âyet ise ikram-ı İlâhînin bununla kalmadığını ve üzerindeki ağır yükü sabırla taşıyarak imtihanı başarmanın bir büyük mükâfatının da, bu imtihana muhatap olan insanın şânını, manevî derecesini yükseltmek olduğunu bildiriyor.
İnsanlar içinde en fazla belâ, musîbet ve sıkıntıya maruz kalanların, peygamberler başta olmak üzere Allah’ın makbul kulları olmasının bir sırrı da bu. Sabırları ölçüsünde dereceleri yükseliyor.

Peşinden, önemine binaen ve başka birçok hikmetlerle iki kez tekrarlanan “Zorlukla beraber kolaylık vardır” dersi, zaman zaman çok zorlaşan bu sabır imtihanını başarmanın yolunu gösteriyor.

“Sadece zorluklara takılmayın, beraberinde gizlenmiş kolaylıkları da fark edin” mesajını veriyor.

Sonrasındaki “Bir işi bitirince bir başkasına giriş” emri ise, zorluk ve engellere takılmayıp hizmetten hizmete koşma dersini verirken, “Yalnız Rabbine yönel”  fermanı tevhid temelli bir “başarı programı”nın ana eksenine dikkatimizi çekiyor.

İşte serâpa Kur’ân’dan alınmış bir iman dersi niteliğindeki Risale-i Nur’daki izahlar da, bizlere bu mesajları sunuyor ve hiçbir beşerî “mutluluk formülü”nün veremeyeceği rahatlatıcı tesellîleri bahşediyor.

Şu sözler de zorluk, engel ve sıkıntılara karşı nasıl davranmamız gerektiğine ışık tutuyor:

“Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlaka ile Risale-i Nur şakirtleri Risale-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar; biz her gün hizmet derecesinde maişette kolaylık, kalpte ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz; elbette bu dehşetli yeni belâlara, musîbetlere karşı da yine Risale-i Nur’un hizmetiyle mukabele etmemiz lâzımdır.”

(Kastamonu Lâhikası, s. 182)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*