“Çam dağından esen yeller…” diye başlayan, adeta Nurcularla hemhâl olmuş bu meşhur şiirin şairi Hilmi Doğan Ağabey, vefat etti. Tevafuk ki, bundan on sene önceki Bayram Yüksel Ağabeyin vefat günü ile aralarında bir gün var. Belki de, hasta yatağında Hilmi Ağabeyi en son ziyaret edenlerden biri de bizdik. Daha ziyaret edeli bir hafta bile olmamıştı ki vefat haberi geldi. “Ya Rab!” dedim, “Hilmi Ağabeyime rahmet et. Onun kabrini pür-nur, makamını Cennet eyle. Kabirde Münker-Nekir’in suâllerine kolay cevap verenlerden eyle.”
Tabiî böyle eski ağabeylerimizle ilgili hatıralarımızı yazmak için yıllar öncesine gidiyoruz. Hele böyle Hilmi Ağabey gibi yakından müşerref olup, hukukumuzun olduğu kadim bir dost ağabeyimizle “Hangi hatıramı yazayım?” diye düşünüyorum.
Onunla 70’li yılların hemen başında tanışmıştım. Batman’da Türkiye Petrollerinde (TPAO) çalışıyordu, daha sonra Ankara’ya gelmişti. Onunla beraberdik ve bizim hep dayanak noktamız olmuştu. O bizim ağabeyimizdi. Ulus, Kediseven sokaktaki büromuzda çoğu zaman bir araya gelirdik. Çeşitli meseleleri konuşurduk. Bizim o yıllarda Yeni Asya’da yazdığımız yazılara sevinir, bizi teşvik ederdi. Bir ara TPAO’nun yönetim kurulu üyeliğinde de bulunmuştu. Bürokrat da olduğundan Ankara’ya iş için gelen memur arkadaşların çoğunun işine yardımcı olmuştu. Yine o yıllarda Yeni Asya’nın yazı işleri müdürlüğünü yapmıştı. Yani hizmetlerle ilgili ne varsa onu orada görmeniz mümkündü. Ve hiçbir iftirak hareketinde ‘trenden atlayan’ olmamış, daima istikametini muhafaza ederek, Üstadının çizgisinden sapmadan, bugünlere kadar yolunda devam etmiştir.
1981 yılında Ankara’dan ayrılmamızdan sonra çok sık görüşemiyorduk, ama 1989 sonlarında Bursa’ya tayin olduğumda, yaklaşık aynı zamanda, diş hekimi olan oğlu Ragıp kardeşimiz İnegöl’e, damadı ve kadim dostum, talebelik yıllarından arkadaşım Dr. Orhan Kaşlıoğlu da Bursa’ya gelmişti. Tabiî bunların gelişi Hilmi Ağabeyin de bir ayağının orada olmasına sebeb olmuştu. Artık Bursa’da da sık sık görüşüyorduk.
Onun kendine has ses tonu ve güzel hitabetiyle ders yapması ayrı bir güzellikti. Risâle-i Nur prensiplerine uygun, yani şerh ve izahlarını da mümkün olduğunca Nurlardan yapma prensibine sadıktı. Lûgat bilgisi de mâşaallah iyi olduğundan, anlayamayanlar için genellikle kelimelerin mânâsını vererek ders yapardı. İnegöl ve Gemlik ilçelerine yaptığımız sohbet ziyaretlerini bazen biz ayarlıyorduk. Oralarda da hem oğlu, hem de Batmanlı eski dostları olduğundan, bana “Osman, gideceğiniz zaman beni de götürün” derdi. Çok hoş anlarımız olurdu. Bazen Ankara’ya gider, bazen de Bursa-İnegöl arası mekik dokurdu. Ankara’da olduğu zamanlar görüşürdük. Yine böyle bir araya geldiğimizde çekilen resmi görünce duygulandım.
Barla’daki Çam Dağında Üstad Hazretlerinin tefekkür ettiği, malum çam ağacının hain ve derin mahfillerce kesilmesine çok üzülmüştük. Bursa’da bulunduğumuz bir gün dedim ki: “Hilmi Ağabey, bak bu ağacı kestiler biliyorsun. Artık onunla ilgili bir şiir yazmak da sana borç oldu..” dediğimde gülmüş ve “Bakalım” felan demişti. Ben de onu tahrik etmek için “Bak sen yazmazsan ben yazarım ha…” dediğimde çok hoşuna gitmişti.
Ramazan’ın son günlerinde ve bayramda Ankara’da bulunduğumdan görüşememiştik. Ankara’daki kadim dostları benimle selâm söylediler. Ben de hani hasta yatağında rahatsız etmeyeyim diye telefonla da olsun selâmı söyleyip, hem de biraz hasbihal ederiz diye Orhan Bey’in evine telefon açtım. Kızı Rukiye hanım açtı telefonu. Pek iyi durumda olmadığını ve uyuduğunu söyledi. Ben de selâmları ona havale ettim ve “Hilmi Ağabey biraz kendini salmış gibi” dediğimde, hiç bu dünyaya bakmadığını, “Bizim yerimiz artık orası” dediğini söyledi.
Yakın zamanda sol tarafına felç gelmiş, birkaç günlük hastahane faslından sonra oğlu Ragıp Bey, İnegöl’e götürmüştü. Geçen hafta yine eski ağabeylerimizden ve aynı zamanda Hilmi Ağabeye risâleleri ilk veren Batmanlı Mirza Ağabeyin Bursa’daki oğullarını ziyaret etmiştim. Tabiî laf dolaşıp Hilmi Ağabeye gelince, Abdüsselam kardeş, “Osman Ağabey, beraber bir ziyaret etsek” dedi. Ben de “Burada teşebbüs ettim ama olmadı” dememe rağmen ısrar edince Ragıp Beye telefonla bildirdim. “Yatıyor ve uyuyor. Görmek isterseniz gelin, bana haber edin, gündüz de olsa ben sizi eve götürürüm” dedi ve 14 Kasım Çarşamba günü Abdüsselâm ile gidip ziyaret ettik. Gerçekten de uyuyor ve sadece nefes alıp veriyordu. Ellerini avucuma aldım, bir-iki seslendim ama duymadı. Onlardan müsaade alıp, Münâcât-ı Üveys-i Karânî’yi okudum. Baktım ikisi eski hatıralara dalıp biraz sohbete dalınca “Ya bir de Yasin okuyum, 6-7 dk. sürer fazla olmaz” dedim. Onlar da “Tamam o zaman” dedi. Tabii Ragıp kardeş yanlış anlamasın diye “Biliyorsunuz, Yasin şifâ niyetine de okunur” dedim. Ve öylece ayrıldık oradan.
Pazar günü Abdüsselâm kardeşin arabasıyla, İhsan Paşalıoğlu Ağabeyle birlikte Üstad’la ilgili programa katılmak için İstanbul’a gittik. Yolda yine Hilmi Ağabey’den bahsedince, İhsan Ağabey “Sen bayramda burada yoktun, Fırıncı ağabey gelmişti. Hilmi Ağabey de bayramlaşmaya gelmişti. İkisi konuşup şakalaştılar. Ve bir ara Fırıncı Ağabey, Çam Dağından Esen Yeller’i hep beraber okuttu, çok güzel oldu” dedi. Akşam program sonrası Aziz Doğrul kardeşin minibüsüyle, dönüşte, yine bahis açıldı. Eyüp Otman kardeşim de cep telefonunun kamerasına kaydetmiş, bize gösterdi ve dinletti.
Peş peşe tezâhür eden bu hadiselerden dolayı, vefat haberini işittiğimde dilimden şu satırlar döküldü:
“Çam Dağından esen yeller, şimdi ona da selâm söyler.”
Benzer konuda makaleler:
- Hilmi Doğan Ağabeyi rahmetle anıyoruz
- Kutlular Ağabey
- Ahmed Altuntaş vefat etti
- Muhsin Doğru ağabey
- Durmuş Ali Çiçek de rahmetli oldu
- Yarım günde dört hastayı ziyaret etmek…
- Cemil Çelik ağabey…
- Ey Hüseyin, makamın Cennet olsun!
- Astsubay Reşat Oral ağabey de Hakk’a yürüdü
- Kutlular Ağabeyle hatıralarımız…
Allah Hilmi Doğan ağabeye rahmet eylesin mekânlarını Cennet’ül Firdevs eylesin. Rabbim sizden de razı olsun. Yüreğinize ve kaleminize sağlık ağabey.