Camiler Haftası münasebetiyle Mabetler abid ister

1986 yılından beri, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ekim ayının ilk haftası “Camiler Haftası” olarak kutlanmaktadır. Biz de bu haftaki yazımızı camiler haftası münasebetiyle mabetlere ayıralım dedik. Mabetlerin öneminden ve değerinden bahsedelim istedik.

İnsanın en önemli vazifesi, Allah’a kulluk etmektir. Kulluk vazifesinin en bariz göstergesi ise, duâ ve ibadettir. Onun için ibadet edilen yer anlamına gelen mabedler, insanlık tarihi boyunca en çok önem verilen yapılar olmuştur. Mimarî ve san’at açısından en muhteşem yapılar mabetler olduğu için, binlerce yıl ayakta kalan mabetler vardır.

Müslümanların mabetleri, mescidler ve camilerdir. Yeryüzünde inşâ edilen ilk yapı, Hazret-i Âdem tarafından yapılan Kâbe-i Şerif’tir. Hz. Âdem ve evlâtları burada Allah’a ibadet ettiklerinden, buraya “Beytullah” yani Allah’ın evi adı verilmiştir. Dolayısıyla, ilk inşâ edilen ibadet evi, Kâbe’dir. Kâbe ve çevresinde namaz kılınan mekânlara “Mescid-i Haram” denilir. Müslümanlar için üç mescid vardır ki, diğerlerinden çok fazla bir önem ve fazilete sahiptir. Bunlar, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevî’dir.  

Peygamber Efendimiz (asm) mescidlere o kadar önem vermişler ki, gittikleri yerlere ilk önce bir mescid inşâ etmişlerdir. Bazı mescidlerin inşaatında kendileri de bizzat çalışmışlar, mübarek elleri ile taş ve kerpiç taşımışlardır. Daha peygamberlik gelmeden evvel, Kâbe’nin onarımı esnasında Hacerü’l-Esved taşının yerine konması hususunda ortaya çıkan bir anlaşmazlığı en güzel şekilde hallederek kendi elleri ile Hacerü’l-Esved taşını yerine koymuşlardır. Böylece ilk mescid olan ve “Beytullah / Allah’ın Evi” olarak anılan mübarek Mescidin onarımında da emekleri ve hizmetleri bulunmuştur.

Mescidler ve camiler, namaz gibi en önemli bir ibadetin mahalli oldukları gibi, aynı zamanda en büyük İslâm şeâirlerindendir. Nerede bir cami ve minare görülse, orada Müslümanların yaşadıkları anlaşılır. Orasının bir İslâm coğrafyası olduğu kabul edilir. Zirâ mescidler, Müslümanlığın en kuvvetli mühürleridir. Onun için atalarımız İ’lâ-yı Kelimetullah’ı yaymak için gittikleri her yere önce bir cami yapmışlar, muhteşem ve müzeyyen mabetler inşâ ederek oralara İslâm’ın mührünü vurmuşlardır.

Bugün, sadece Müslümanların değil, gayr-i Müslimlerin de hayranlıkla gezip ziyaret ettikleri Selâtin Camileri, İslâm Medeniyetinin en muhteşem eserleri olarak durmaktadır. Özellikle Osmanlı’ya başşehirlik yapmış olan Bursa, Edirne ve İstanbul’da bulunan camiler, hem estetik, hem statik, hem ekostik ve hem de san’at değerleri açısından eşsiz birer mücevher gibi bu beldelerin boynunda asılı durmaktadırlar. Onlar sadece taş ve topraktan, çini ve mermerden inşa edilen muhteşem yapılardan ibaret değillerdir. Her birinin ayrı bir ruhu ve kıssası vardır. Burada sadece Süleymaniye Camii ile ilgili bir kıssayı anlatmak istiyorum.

Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’a en güzel İslâm mührünü vurmak için muhteşem bir cami yaptırmaya karar verir. Günlerce bu caminin yeri ve planı konusunda çalışmalar yapar. Fakat nereye nasıl bir mabed inşâ edeceği hususunda kararsız kalır. Sonunda istiareye yatar, orada nasıl bir işaret çıkarsa, ona göre hareket etmeye karar verir.

O gece rüyasında Peygamber Efendimizi (asm) görür. Allah Resûlü (asm), Kanunî’nin elinden tutmuş, caminin yerini ve şeklini tarif etmektedir. “Temelini şuraya atın, minberi şurada, mihrabı burada olsun, kubbesi şu kadar yükseklikte, avlusu bu kadar genişlikte olsun” diye en ince teferruâtına kadar kendisine caminin planı izah edilir. Koca Padişah, heyecan içinde uyanır, yatağında oturup sabahın olmasını bekler. Namazdan sonra Mimar Başı olan Koca Sinan’ı huzura çağırtır. Rüyasını anlatarak yapmak istediği cami konusunda müşkülün Peygamber Efendimiz (asm) tarafından halledildiğini söyler. Beraberce bugünkü Süleymaniye Camii’nin bulunduğu tepeye gelirler. Rüyasında gördüğü şekilde cami planını Mimar Sinan’a anlatmaya başlar. Bir yere gelince, durur, düşünceye dalar. “Acaba mihrabın yeri şurası mıydı, burası mıydı?” diye tereddüde düşer. Bu durumu fark eden Mimar Sinan, “Şurasıydı hünkârım” diye doğru yeri gösterir. Sultan Süleyman hemen hatırlar ve “Sen nereden biliyorsun” diye hayretle sorar. Mimar Sinan da, “Efendim dün gece ben de sizinle beraberdim. Arkanızda sizi takip ediyordum” der.

İşte Selâtin Camileri böyle bir iman ve ruh ile inşa edilmişlerdir. Onun için bu kadar etkileyici, bu kadar huzur ve huşu vericidirler.

Camiler Haftasında camilerin en mahzunu, en mağduru ve en garibi olan Ayasofya için bir paragraf açmadan olmaz. Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin bir vakfiyesi olup, beş yüz seneye yakın bir süre, cami olarak kalmış, minarelerinden ezan sesleri yükselmiştir. 1934 yılında ise, bir kararname ile cami olmaktan çıkartılmış, müzeye çevrilmiştir. Fakat bu belgenin bir kararname olduğu dahi tartışmalıdır. Ayasofya’nın statüsü için bir komisyon kurulur. Bu komisyonda alınan tavsiye kararına göre kararname hazırlanır. Ne acıdır ki, komisyonda Alman üye Erkhard Ungar; caminin mabed kısmının aynen açık kalması gerektiğinde ısrar etmiştir. Bu Alman dışındaki Türk üyeler ise, mabedin tamamen kapatılması yönünde karar bildirmişlerdir. Yani menhus bir ruh burada da kendisini göstermiştir.

Ama köprülerin altından çok sular geçmiştir. Bugün ise Ayasofya’nın özgürlüğünü sağlayacak bütün şartlar mevcuttur. Sadece siyasî iradenin kararı ve kararlılığı gereklidir. Ne var ki, gayrı Müslimlerin mabetlerini tamir edip ibadete açanlar, Heybeli Ada Ruhban Okulunu açmak için can atanlar, Akdamar Adasındaki Ermeni Kilisesini ibadete açıp muhteşem bir çan taktıranlar, Ayasofya söz konusu olduğunda dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Elbette başka mabetler de ibadete açılsın. İsteyen çan taksın, isteyen haç diksin. Ama Ayasofya’da da ezan sesleri yükselsin.

Kiliseler çanıyla, camiler ezanıyla kimliklerine kavuşacaklardır.

Yazımın sonunda, son Kocatepe Mevlidi için Kocatepe üzerine yazmış olduğum şiiri bir defa daha değerli okuyucularıma takdim ediyor, bütün mabetlerin abidler ile hayat bulmasını diliyorum.

KOCATEPE

Bir taşsın başşehrin başı üstünde,
Saçarsın semaya nur Kocatepe.
Tepe diyorlar ya, bir dağsın bence,
Gökyüzü kubbene dar Kocatepe.

Kök salmış dört koldan minarelerin,
Selviye benziyor, ince ve narin,
Bulutları okşar şerefelerin,
Arşa yakınlığın var Kocatepe.

Ruhun kadar paktır mermer sütunlar,
Çiçeklerden taze çinilerin var,
Senin ikliminde her mevsim bahar,
Mihrabında bir gül ver Kocatepe.

Yokuşları tutmuş nurdan bir nehir,
Yürekler kabarık, bayram var zahir,
Kim demiş Ankara mabetsiz şehir,
Sende Sinan ruhu var Kocatepe.

Evliyalar yurdu Anadolu’da,
Ebediyyen eksilmesin bu sada,
İstanbul’da, Edirne’de, Bursa’da,
Binlerce kardeşin var Kocatepe.

İslâm bülbülleri şakırken böyle,
Ayasofya neden mahzundur söyle,
Bahtsız kardeşine şefaat eyle,
Paslı zincirleri kır Kocatepe.

Haşmetinle dünü anar gibisin,
Tarihe kök salmış çınar gibisin,
Kevserden beslenen pınar gibisin,
Akar kurnalardan nur Kocatepe.

Hayat yolcusuyuz, konar göçeriz,
Susadıkça pınarından içeriz,
Biz birer fâniyiz, gelir geçeriz,
Sen dünya durdukça dur Kocatepe.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*