Çan beş defa çalınca

Bir zamanlar bir ülkede şöyle bir gelenek varmış:

Sıradan bir vatandaş öldüğünde, şehir meydanındaki dev çan bir defa; eşraftan biri öldüğünde iki defa; büyük bir devlet adamı öldüğünde üç defa; kral öldüğünde ise dört defa çalınırmış…

Gel zaman, git zaman şehirde bir olay yaşanmış, mesele mahkemeye intikal etmiş. Herkesin masumiyetine inandığı birisi bu mahkemede para cezasına çarptırılmış. Kısa bir süre sonra çan sesi işitilmiş.

Bir, iki, üç ve dört derken…

Halk, “kralımız öldü” diye telâşa kapılmış ki, çok şaşırtıcı bir şekilde ve ilk defa çan, beşinci defa çalmış.

Herkes bunun sebebini öğrenmek için, çan yerine koşmuş. Bir de bakmışlar ki, çanı çalan, bir süre önce haksız cezaya çarptırılan adammış.

“Ne demek oluyor bu? Çanı neden beş defa çaldın? Kraldan daha büyük birisi mi öldü?” gibi peşpeşe gelen sorulara karşı verilen cevap şaşırtıcı olmuş:

“Evet, adalet öldü!”

VE ADALETİN DİPDİRİ OLDUĞU ZAMANLAR

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed bütün mahkûmları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar, Bizans İmparatoru’nun halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Sultan Fatih’e bildirilince, âdil padişah onları huzuruna dâvet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini huzurda anlattılar. Fatih, dünyaya kahreden o iki papaza şöyle dedi: “Sizler İslâm adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın dâvâlarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz.

“Papazlar, Padişahtan aldıkları tezkere ile İslâm beldelerine seyahate çıktılar.

İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi.

Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir Yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman bunun farkına varınca, hemen ertesi gün sabah erkenden atını alıp mahkemenin yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan, epey bekledikten sonra ‘kadı’nın gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Ama at da o gece ölmüş.

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş: “Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lâzım” deyip atın parasını Müslümana vermiş.

Papazlar, İslâm adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar.

Gezdikçe, âdil mahkemelere şahit oldukça hayretleri katbekat artmış. Kılı kırk yaran kararlarla hak ve adaletin nasıl yerini bulduklarına şahitler olarak İstanbul’a dönüp padişahın huzuruna çıkmışlar.

Şöyle demişler:

“Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslâm dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz” derler.

O zaman bu adaleti tatbik ettiren İslâm aynı İslâm. Ya Müslümanlar? Ya Müslüman idareciler? Ya İstanbul? Ya Ayasofya?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*