Cennette mekân ve zaman

Cennet hayatında insanın mekân ve zamanla alâkası nasıl olacak? İnsan bu dünyadaki gibi zaman ve mekâna tam olarak bağlı mı olacak, yoksa zaman ve mekânın tesirinden kurtulacak mı? Cisim ve ruh noktasında nasıl bir hayat süreceğiz? Bu ve benzeri suâllere cevap olması açısından 28. Söz’den üç tâbiri nazarlara sunarak kısa birer izah yapmak istiyoruz.

Birinci tâbir:

“Cisim, eğer hayatî olsa, eczâ-i bedenî dâim terkib ve tahlildedir, inkırâza mahkûmdur, ebediyete mazhar olamaz. Ekl ve şürb, bekà-i şahsî ve muâmele-i zevciye ise, bekà-i nev’î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden Cennetin en büyük lezâizi sırasına geçmişler?” (Sözler: 459.)

Bu tabirdeki en mühim cümle hiç kuşkusuz, “Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur” cümlesidir. Bu cümleden anlaşılan şudur: Ahiret âlemlerinde, haşir meydanında, mahşerde, cennette ve diğer ahiret âlemlerinde insanın hayatının devam etmesi için yeme ve içmeye ve havaya ihtiyacı olmayacaktır. Bu dünya şartlarına baktığınız zaman yemek yemeksizin ancak altmış gün yaşayabiliriz. Susuz altı gün, havasız da altı dakika. Eğer altı dakika hava teneffüs etmezsek ölür gideriz, hayatımız sona erer.

Yukarıdaki ifadeye göre ahiret âlemlerinde ise ne havaya, ne suya ve ne de yemek yemeye ihtiyaç vardır. Ahirette bin sene yemek yemesek, su içmesek veya hava almasak ölmeyeceğiz. Yani hayatımızın devamı için bunlara ihtiyaç olmayacak. Cennette ihtiyaçtan değil, sadece lezzet ve zevk için yenip içilecek.

Bu dünya şartlarında ise insan yemeye ve içmeye muhtaç. Bu durum da, biz insanların bir ölçüde mekân ve zaman bağlılığını ifade ediyor. Zira bize toprak tarafından gelen nimetler bir mekân ve zaman istiyor. Belli bir süre içinde meyveler, sebzeler yetişiyor. Semadan yağmur iniyor, yerden su fışkırıyor. Dağlar ve ormanlar havayı temizleyip insanın ihtiyacı olan oksijeni yetiştiriyor. İşte bütün bu faaliyetler insanın bu dünyada zaman ve mekâna tam bağlılığının göstergesi.

Ancak ahirette böyle bir durum gözükmüyor. İnsan yeme, içme ve hava almaya muhtaç olmayacak ise, bunlar hayatın devamı için olmazsa olmaz bir şart olmayacaksa, demek ki, insan bir ölçüde mekân ve zamana bağımlı olmayacaktır. Yani ahiret âlemlerinde, bu dünyadaki tarzda zaman ve mekân insanı tesiri altına alamayacaktır. Mahşer meydanında dünyevî zaman ve mekânın üstünde bir hayat tarzı ile ebedî hayata gözlerini açacaktır.

İkinci tâbir:

“Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur.’ (Ankebût Sûresi: 64.) sırrınca, şu dâr-ı dünyada, câmid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu hayattardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar, emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen, ‘Filân meyveyi bana getir’; getirir. Filân taşa desen, ‘Gel’; gelir. Mâdem taş, ağaç bu derece ulvî bir sûret alırlar;…”

Derin mânâları ihtiva eden bu hoş ve güzel tabir üzerinde farklı anlayışlar ortaya çıkıyor. Üzerinde ne kadar çok tefekkür ederseniz mânâlardaki letafet daha da artıyor. Sanki bu tabir bir Misk-i Kur’ânîdir.

Birinci anlayış: Cennet hayatı o kadar güzel bir yerdir ki, taşlar ve ağaçlar ve cennetin diğer mahlûkları insanla konuşur, sohbet eder ve insanın isteklerini yerine getirir.

İkinci anlayış: İnsan Cennette bir sultan seviyesine yükselir. Ki Cennetin bütün mahlûkları insana hizmet eder. Ağaca ‘Meyveni getir’ desen getirir, kuşa ‘Piş’ desen pişer, sen yersin o da uçar gider. Taş ve toprak insan için şekilden şekle girer.

Üçüncü anlayış: Cennette insan mekânın kayıtlarından kurtulur. Bu dünyadaki gibi bir zaman ve mekân kaydı bulunmaz. Zira mekânın bir ölçüde temsil edildiği cisimler olan ağaç, taş, toprak ve diğer mahlûkat insanın yanına gelecekse, demek ki insan, mekânın yanına gitmek yerine mekânı kendi yanına getirir. Yani diyelim Cennette bir yerden bir yere gideceksiniz. Bu noktada siz o yere gitmeniz gerekmez. O yeri yanınıza çağırırsınız, o yer de gelir. Bu durumda da insan mekânın bağ ve kayıtlarından kurtulacak demektir. Demek ki, cennette, dünyadaki gibi bir mekân ve zaman bağı ve kaydı yoktur insan için.

Dördüncü anlayış: Bu hal bizlere Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın mu’cizelerini hatırlatır. Zira Peygamberimiz (asm) bu dünyada da ağaca emretmiş, o ağaç yanına gelmiştir. Taşa emretmiş, taş istediği şekli almıştır. Taşları avucuna almış, onlarla konuşmuştur. Demek ki Peygamberlerin mu’cizeleri ahirette yaşanacak hallere birer numunedirler. Belki de her mü’min derecesine göre bu dünyadaki Peygamber mu’cizelerini gerçek olarak orada yaşayacaktır.

Üçüncü tabir:

“Elbette nurânî kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup, yüz bin hûrilerle sohbet ederek, yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî Cennete, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sâdık’ın (asm) haber verdiği gibi hak ve hakikattir.”

Bu tabir de yine mühim sırları ihtivâ ediyor. Konumuzla ilgili kısmına dikkat edersek, yine insanın belli ölçüde mekân ve zaman kayıtları dışında olacağını bizlere ifade ediyor. Çünkü bir insan cennette ruh kuvvetinde ve hayal sür’atinde yaşayacak ve bir anda yüz binler yerde bulunacaksa, bu durumda mekânın ve zamanın kayıtları içinde olmasa gerektir. Zaten bu dünya şartları içinde bile bir anda farklı mekânlarda bulunan zatlar, belli ölçüde zaman ve mekân kaydından kurtulmuş oluyorlar. Ki, hayat derecesinin çok yükseldiği cennet hayatında, dünya aklı ile kavramamızın mümkün olmadığı bir mekânda elbette ki dünyevî kayıtlar olmayacaktır. Bir anda yüz bin yerde bulunan bir insan için de her halde mekân ve zaman kaydı yoktur. Demek ki insan Cennet hayatında bir ölçüde mekân ve zamanın şartlarına bağlı olmaksızın ebedî bir hayat sürecektir.

Son söz Üstadın:

“Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz.” (Sözler: s. 463)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*