Christian Wulff hadisesi çerçevesinde bir politik etik analizi

Springer Grubu’nun Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff’u hedef alması, başta Almanya olmak üzere Avrupa’da “politik etik” dedikleri siyaset ahlâkını yeniden gündeme getirdi.

Bu meselede zihinlere en kolay gelen metod bildiğimiz gibi “mukayeselerdir”. İşin felsefî boyutları, insanî değerlerle ilişkileri, geçmiş ve gelecek karşılaştırmalarından ziyâde, mevcut siyasetçiler arasında mukayese ile avamın düşüncesi bir fikre ulaşmaya çalışıyor. Siyâsetin bilimsel cihetiyle ilgilenen ahlâkçılar ve felsefeciler mutlaka konuyu derinlemesine ele alacaklardır.
İster istemez Wulff´u günümüzdeki meslektaşlarıyla karşılaştıracak kamuoyu. Yâni Cameron’la, Sarkozy ile, Berlusconi, Merkel ile mukayese edilecek. Çok ilginçtir ki, sekizinci yıllarına yaklaşan Sarkozy veya Merkel ile ilgili bu konuda medyada tek satıra rastlamıyoruz. Chirac’ın himaye kanatları altında muhafazakâr bir partide uzun süre bakanlık yapan Sarkozy’nin genç Fransız İş adamlarının etrafında örgütlendiğini bilyioruz. Yani kapitalin ve gücün sesi olarak iktidara getirilen Sarkozy’nin herhangi küçük bir istismarıyla ilgilenen bir gazeteyi Paris’te düşünmek bile şimdilik yersiz sayılıyor.

Belli işverenleri ve global bankaları Alman halkına tercih ederek, fukara ahaliye çöp bidonlarından şişe toplatan Merkel’in de “politik etik” diye bir derdi yok. Daha doğrusu Merkozy çiftinin Hıristiyanlık inançlarıyla ve temel insanî değerlerle problemlerinin olduğuna dair yüzlerce yazıya ulaşırsınız Avrupa’da…

Uçan kuştan ve yürüyen karıncadan “rant” çıkarmayı siyaset prensibi kabullenmişler için “siyasî ahlâktan” bahsetmeyi abesle iştigal kabul ederiz. Şu kısacık karşılaştırma mevcut “politik etik” manzarayı az çok aksettiriyor. Doğrusu deveyi hamuduyla götürenlerin seçilmişlerin aralarında bulunduğu bir dünyada Christian Wulff’un bir puan ucuz kredi ile evinde kaldığı arkadaşına yemek ve yatma parasını ödememesini siyasî hayatını bitirtecek vahim birer cinayet gibi gösteren Springer’in asıl maksadını, çok insanlar gibi biz de izlemeye devam ediyoruz.

İDARECİLERDE OLMASI GEREKEN…

Seçilerek idareye gelenlerin para pul, gelir gider meselelerindeki en fıtrî ölçüyü İslâmiyet otuz sene boyunca pratiğini yaparak ortaya koyduğundan, dinlerini iyi bilen Müslümanların kafalarında soru işareti olmamalı…

Seçilmiş halifelerin milletin emaneti üzerindeki tasarruflarına dair yüzlerce tarihî vakıâ vardır. Başta Halife Hz. Ömer olmak üzere… Ta Hz. Hasan’a kadar… Halifenin hassasiyeti tayin ettiği valiye de, kadı ve diğer bürokratlara da yansıdığından, onların çoğu “sosyal yardıma muhtaçlar” çerçevesi içinde hayatlarını yaşamışlar. Bu anlayışın zamana yansıması olmuş mudur veya olacak mı sorusu önemli.

İslâm coğrafyasında, Kur’ân’ın öngördüğü hürriyet, adalet ve eşitlik günümüzde olmadığından, bugünküleri yukarıdaki çerçeveye maalesef dahil edemeyeceğiz. Diktatörlüklerin Kur’ân’la veya İslâmla idare olarak hiçbir ilgileri olamaz. Hatta denilebilir ki; insâniyetin inkişafı, fen ve teknolojinin mecburiyeti ve idare edilenlerin ilimle kendi haklarından haberdar olmaları; Avrupa ve hatta Japonya’yı Müslümanlardan daha çok Kur’ân çizgisine yaklaştırmıştır. Kur’ân’daki âyetleri Peygamberimizin (asm) muhteşem pratiği atölyesinde araştırdığımızda, İsveç, Norveç, Finlandiya ve Japonya gibi ülkelerdeki idarecilerin tarz ve yaklaşımları, mevcut İslâm ülkelerindeki idarecilerden daha çok Halife Hz. Ömer´in çizgisine yakındır.

Hatırlarsınız. Tayyip Bey başbakanlığa geldiğinde Almanya Başbakanı Gerhardt Schröder ile aralarında bir muhavere geçmişti. Yani Schröder’e ne ile geçindiğini sorduğunda, şansölye şaşırmış… Ve devletin tahsisatından bahsedince, bizimki bu tahsisatla geçinilemeyeceğini söyleyip ticaret yapmasını tavsiye etmişti. Zavallı Schröder de ticaretle zengin olma uğruna siyasetten ayrılmış ve hakikaten Tayyip Bey kadar olmasa da vaziyetini düzeltmişti.

İNSANİYET İNKİŞAF EDİNCE…

Dindar siyasetçilerimizin hataları bir kenara… Komünizmin Rusya’da ve Kemalizmin Türkiye’de uyguladığı ve bizde hâlâ devam eden istibdat neticesinde insanlık geriye gitmiş, ahlâk bozulmuş ve insan fıtratına tamamen ters uygulamalar kanun olarak hâlâ duruyor. Avrupa’da ise ehl-i kitap ile ehl-i mektebin ittifakıyla nisbeten insanî değerler ortaya çıkmış. İnsan onuru ve hürriyetleri vazgeçilmez prensipler haline gelmiş. Kendisini idare eden siyasetçiyi kendisiyle aynı hizada tutan bir halk veya millet ortaya çıkınca, siyasetçi de Hz. Ömer’in çizgisine yanaşmak zorunda kalmış bu kıt’ada.

Christian Wulff’un kellesini isteyenler, Avrupa’da inkişaf etmiş bu yüksek insanî prensiplere işaret ediyorlar. Fakat AB meclislerinde kendilerini koruyan II. Avrupalı siyasetçiler için bu prensipleri hiç düşünemiyorlar. Belki de II. Avrupa ve siyaset ahlâkı, başka bir yazının mevzusu olmalı.
Bize gelince… Christian Wulff meselesinden umarız ki siyasetçilerimiz ders almış olsunlar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*