Çıkış yolu görünüyor

Bir terör örgütü, sadece kendi imkân ve çabasıyla uzun süre ayakta kalamaz. El altından, başka yerlerden (içeriden–dışarıdan) kuvvet, destek almadığı takdirde, hayatiyetini devam ettiremez.

Aynı durum, otuz yıla yakındır Türkiye’nin başbelâsı durumundaki PKK terör örgütü için de geçerli.
Bu örgüt, eğer iç ve dış odaklar tarafından profesyonelce desteklenip idare edilmemiş olsaydı, çoktaaan tarihe karışmış, silinip gitmişti.

Hemen akla takılan bir soru: Peki “Ezilen Kürtlerin geleceği”, yahut “Kürtlerin temel hak ve menfaatleri” şeklindeki söylemler ne anlama geliyor. Bunları nasıl görmek, değerlendirmek lâzım?
Baştan sona istismar kokusu işmam eden bu tür propagandist söylemler, gerçekte var olan bir derdin, bir sıkıntının ciddiyetle, samimiyetle giderilmesi için değil, tamamıyla başka maksatlara hizmet için sürdürülen terör faaliyetlerine kılıf giydirmek düşünce ve mülâhazasıyla piyasaya sürülüyor.
Çünkü, bu örgüt için eleman lâzım, militan lâzım. Silâh kullanacak, roket atacak, bomba patlatacak, kundaklama yapacak, dağda kalabilecek, zulada yatabilecek genç ve dinamik bir kitleye ihtiyacı var.
Örgüt, bu kitleyi elinde tutabilmesi ve ölenlerin, firar edenlerin yerine yenilerini ikame edebilmesi için, etkili bir propaganda dilini kullanması gerekiyor.
İşte o dil, aklı–mantığı bir tarafa bırakarak “millî duyguları” depreştirmede, hatta muhataplarının beynini uyuştura uyuştura onları birer “sarhoş hamiyetfurûş” derecesine getirmede gayet mahirane bir şekilde kullanılıyor.
Eğer öyle olmasaydı, 30–40 bin can kaybından sonra ve bugün de yüzde 90 ihtimalle sonu ölüm olan bir yola, bu insanlar gözü kapalı şekilde girerler miydi?
Şunu da ifade edelim ki, unsuriyet kokan o millî duygular, durduk yerde depreşmiyor, depreştirilemiyor.
Çünkü, Kürtlük duygusu, “muharrik–i bizzat” değildir; belki, “muharrik–i bilvâsıta”dır.
Avrupa casusları, yıllar yılı uğraştılar; ancak, İslâma teslim olmuş, ümmetin bir ferdi olmayı en büyük şeref ittihaz eden Kürtlerin “millîyet damarı”nı yine de tahrik edemediler.
Fakat, ne zaman ki Osmanlı’yı reddeden Türkçülük–Turancılık cereyanı ayyuka çıktı, hemen ardından da onun bir aksülameli olan Kürtçülük cereyanı hortlamaya başladı.
Bu da gösteriyor ki, Kürtçülerin hareket ve mücadele tarzını kendileri değil, başkası tayin ediyor.
Şayet, kendileri tayin etmiş olsaydı, ağızlarını her açtıklarında Türkçülerin yaptıklarını, Kemalist jakobenlerin zulümlü baskılarını, güvenlik birimlerinin kànun dışı hareketlerini, ırkçı siyasilerin asimilasyon politikalarını kendileri için bir sermaye şeklinde kullanmazlardı.
Diyelim ki, seksen–doksan yıldır bütün bu yanlışlıklar yapıldı. Sen de tutup bunun tersini mi yapacaksın?
“Madem onlar öyle yaptı, o halde biz de onlara aynı şekilde karşılık vermeliyiz” diyerek, intikamcı mı olacaksın?
Kin, intikam, husumet ateşi, bugüne kadar kime ne kazandırmış; sahibine verdiği zarardan başka…
Hem, bir yanlışa bir başka yanlışla karşılık vermenin, insanlıkla, Müslümanlıkla bağdaşır bir yönü olabilir mi?
Kaldı ki, Türkçülük jargonuyla hareket eden ve Türkler adına zulüm işleyenler, gerçekte Türk değiller.
Onlar da, başkalarını Türk’e düşman etmek için, gerçek hüviyetlerini gizleyerek sinsice davranıyorlar.
Tıpkı, Müslüman Kürtlere düşman kazandırmak ve onları mütemadiyen kan döken vahşi, gaddar, terörist kimseler şeklinde lanse etmek için, gerçek hüviyetini gizleyenler gibi…
Neyse ki, artık yavaş yavaş meselenin iç yüzü idrak edilmeye başlandı.
Jakoben Türkçülere yüz vermeyen, dahası onlara karşı tavır koyan şuurlu Türk kardeşler gibi, iman şuuruna sahip Kürt kardeşler de, kan ve şiddete dayalı olarak hayatiyetini sürdüren terör örgütüne karşı tavır koyup sesini yükseltmeye başladılar.
Yer yer yaşanan katliâmlar karşısında lânet okuyanların sayısı artarken, birçok platformda da, Türkçesi “Benim için ölme! Benim için öldürme!” anlamına gelen şu tutarlı ve aynı şekilde etkili olan ifadeleri seslendiriyorlar: “Ji bo min memire! Ji bo min nekuje!”
Bu yeni gelişme, fevkalâde ümit ve memnuniyet vericidir. Zira, Türk–Kürt ayrımı yapılmaksızın, insan unsuru ve en temel hak olan “insan hayatı” ön plâna çıkarılıyor.
Evet, mevcut çıkmazlardan, ancak ve ancak insanî ölçü ve kıstaslarla hareket ederek çıkabilmemiz mümkün.
Şükürler olsun ki, çıkış yolunun kapısı bir nebze olsun aralanmış görünüyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*