Çıkış yolu Said Nursî’de

“Laiklik, Din-Siyaset-Devlet, İktidar-Cemaat gerilimleri, Bediüzzaman’ın yaklaşımları ile aşılır ve çözülür.”

SİYASET OKULU PROGRAMI

Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesinin düzenlediği “Siyaset Okulu” programının davetlisi olarak bir konferans verdi. Çok sayıda üniversiteli öğrencinin katıldığı programda gençlerin sorularını da cevaplayan Güleçyüz, din, siyaset ve laiklik konularına Risale-i Nur eksenli izahlar getirirken, gündemdeki hükümet-cemaat çatışmasına dair açıklamalarda bulundu. 1 saat 15 dakika devam eden konferansa gençler büyük ilgi gösterdi.

NURCULUĞUN FARKI NE?

Laiklikle ilgili olarak Said Nursî’nin Eskişehir mahkemesinde yaptığı tanımları aktaran Güleçyüz, AKP-cemaat çatışmasını Risale-i Nur ölçülerine göre yorumlarken, Nurculukla Gülen hareketinin farkını “Said Nursî şahsa değil, kitaba, şahs-ı manevîye ve meşverete dayalı bir hizmet tarzı ortaya koydu” diyerek açıkladı. Çatışmanın pusudaki derin yapıya yaradığını belirten Güleçyüz, tartışmalarda yapıcı bir üslup kullanılması çağrısında bulundu.

GÜLEÇYÜZ BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ’NDE KONUŞTU:

İki yanlıştan bir doğru çıkmaz

Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesinin düzenlediği “Siyaset Okulu” programının davetlisi olarak bir konferans verdi. Çok sayıda üniversitelinin katıldığı programda gençlerin sorularını da cevaplayan Güleçyüz, din, siyaset, laiklik konularına Risale-i Nur eksenli izahlar getirirken, gündemi meşgul eden hükümet-cemaat çatışmasına dair açıklamalarda bulundu. 1 saat 15 dakika süren konferansa gençler büyük ilgi gösterdi.
Güleçyüz, özetle şunları söyledi:

Laiklik ülkede başından beri çok konuşulan bir konu ve şu anda geçerli olan, yürürlükte olan anayasada da devleti tanımlayan niteliklerden birisi olarak yer alıyor. Aslında Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken ilk anayasalarda laiklik ifadesi yok. Hatta 1921 Anayasası’nda Türkiye Devletinin bir İslâm devleti olduğu ifadesi geçiyor. 1924’de de aynı şey var. Laiklik ifadesi anayasaya 1937’de giriyor. Ve laiklik Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biri olduğu halde, üzerinde tam bir uzlaşmaya varılabildiğini bugün itibariyle dahi söylemek zor.

Aslında laiklik geçen yüzyılda gündemimize taşınan, Batıdan gelen bir kavram. Laikliğin orada ortaya çıkış sebebi, gerekçesi kilisenin devlete müdahale etmesi ve bu müdahalelerin devleti işlemez hale getirmesi. Hıristiyan dünyasında ruhban sınıfı ve örgütlü bir Kilise yapısı var. Bunların devlete müdahalesi sıkıntılara, rahatsızlıklara sebebiyet vermiş. Laiklik, bu duruma son vermek için geliştirilen bir formül olarak Batı toplumunun gündemine taşınmış. Yani Batı toplumunun sosyal gerçeklerinin bir neticesi ve ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı bir prensip olarak onların gündemine girmiş. Ama bizim toplumumuzda, Müslüman toplumlarda örgütlü bir din adamı sınıfı yok. Bu, Batı toplumlarıyla aramızda çok temel bir fark.  Devlete müdahale eden bir yapı da söz konusu değil. Örgütlü bir din adamları teşkilâtından kaynaklanan bir müdahale yok.

Ama Türkiye’nin Cumhuriyetten sonra Batılılaşma sürecinde sistemi Batılı normlara uydurma reformları çerçevesinde laikliği de bu şekilde ithal etmesi neticesinde -hep birlikte yaşadığımız, yıllardır devam eden- tartışmalar ortaya çıkmış.

Bir defa laikliğin âdeta dinsizlik olarak anlaşılması, yorumlanması, tatbik edilmesi sıkıntıların en önemli sebeplerinden biri. Laiklik denirken iş o kadar uç noktalara vardırılmış ki, dinin tamamen vicdanlara hapsedilmesi ve bunun dışa yansıyan, kamusal alana yansıyan, hatta özel alana yansıyan tezahürlerinin hoş görülmemesi ve yasaklanması gibi bir yola gidilmiş. 28 Şubat döneminde çok yoğun biçimde tartıştığımız başörtüsü olayı en tipik örneklerinden biri.

Laikliğin nasıl anlaşılması gerektiği bahsinde Bediüzzaman Said Nursî’nin 1935 yılında Eskişehir Mahkemesinde yargılanırken ortaya koyduğu ilginç yaklaşımlar, tarifler var. Laiklik henüz anayasaya girmemiş o tarihte ve Said Nursî 120 talebesi ile beraber yargılanıyor. Ama müdafaalarında o günün devlet idarecilerine çok önemli konularda çok önemli mesajlar içeren konuşmalar yapıyor. Yani bir anlamda mahkemedeki sanık sandalyesini bu mesajları verme platformu olarak değerlendiriyor. Laiklikle ilgili olarak diyor ki, laiklik din ve devleti ayırmaktır. Tamam, buna itirazımız yok. Ama laikliğin dinsizlik şeklinde anlaşılması kabul edilemez. Çünkü dinsiz bir millet yaşayamaz. İlâveten laik cumhuriyet tabirini kullanıyor. Ve laik cumhuriyetin dindara da, dinsize de, takvacıya da, sefahatçiye de karışmayan, hayat tarzlarına karışmayan, herkesi kendi hayat tarzı tercihinde özgür olarak kabul eden ve ona hiçbir şekilde müdahale etmeyen bir anlayış olarak tanımlıyor.

Aslında bunlar bugün itibariyle dahi Türkiye’nin üzerinde uzlaşabileceği tanımlar olarak önümüze çıkıyor. Laiklik konusundaki gerilimleri aşabilmek ve laiklik 30’lu-40’lı yıllardaki çok keskin, dini dışlayan, dini tamamen vicdanlara hapsetmeyi öngören ve dinin diğer alanlardaki yansımalarını, tezahürlerini yasaklayan bir anlayıştan çıkarılıp demokratik bir yoruma kavuşturulmalı.

Buradan son dönemlerde sıcak bir tartışma konusu olarak önümüze gelen iktidar-cemaat çatışmasına da kısaca girecek olursak. Bu tartışmadan çıkmak için da Said Nursî’nin bu konuya ışık tutan fikirlerine kısa bir paragraf açmak gerekiyor. Dinin siyasî tartışmalarda, siyasî hedefler ve iktidar çekişmeleri için bir basamak, bir araç olarak kulanılmaması gerektiğini de söylüyor Said Nursî. Dinin hakikatlerinin bütün siyasî ve ideolojik cereyanların, tarafgirliklerin, karşıtlıkların üzerinde bir konumda olduğunu ifade ediyor. Dindar kimliğini öne çıkararak siyaset yapmanın çok ciddî sakıncalara sebebiyet verebileceğini söylüyor.

Yine Said Nursî, İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan örneklere bakıldığı zaman, dindar insanların, 4 Halife, Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz, Abbasî halifelerinden Mehdi-î Abbasî gibi örnekler dışında, tam dindar olanların siyasette çok başarılı olamadıkları ve siyasette başarılı olanların da dindar kalmakta başarılı olamadıkları gibi bir tesbit yapıyor. Hatta hilâfetin Peygamber neslinde devam etmeyişinin sebebini açıklarken, “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır” diyor. Yani saltanat insanı yoldan çıkarır, bu Peygamber nesli için dahi geçerli olan bir kuraldır. Günümüz siyaset literatüründe “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” diye ifade edilen gerçeği Said Nursî bu şekilde dillendirmiş. Ve şu anda yaşanan tartışmada bir tarafta dindar kimliğini öne çıkararak parti yoluyla siyaset yapanlar var; öbür tarafta da devlette, bürokraside kadrolaşarak aynı hedefe farklı bir yöntemle gitmeye çalışan bir hareket var. Bu iki hareket yakın zamana kadar adeta bir koalisyon tarzında birlikte geldiler. Ama daha sonra “iktidarın ortak kabul etmemesi” burada da kendisini gösterdi ve bir çatışma başladı. Bu çatışmanın yansımalarını, sonuçlarını takip ediyoruz. Özellikle 17 Aralık’tan itibaren şiddetlenen bir kavgayla karşı karşıyayız.

Bizim burada ifade etmemiz gereken şey, din adına siyaset de doğru değil. Ve aslî görevi manevî hizmetler olan bir dinî cemaatin, devlet içinde kadrolaşarak bir siyasî ve bürokratik güç haline gelmeyi hedeflemesi de yanlış. Ve iki yanlışın birbiriyle çatışması olayıyla karşı karşıyayız. Bundan çıkılması için, siyasetçilerin dindar kimliklerini ortaya çıkararak ve dinî konuları çatışma konuları haline getirerek siyaset yapmaktan vazgeçmeleri, cemaatin de aslî hizmetlerine dönmesi lâzım. Çıkış yolu burada. Ve bunu çok sakin bir dille ve üslûpla tartışabilmemiz de lâzım. Maalesef son tartışmalarda kullanılan üslûplara baktığımız zaman buna da özen gösterilmediğini görüyoruz ve bu toplumda yeni gerilimleri tetikleyen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Bu kadar keskin, kırıcı, ötekileştirici, kamplaştırıcı tartışmalarla sağlıklı bir yere ulaşamayız. Türkiye’nin her konuyu tartışması lâzım. Ama bu tartışmalar itidalle, yapıcı bir dille yapılmalı ki, doğru ve sağlıklı sonuçlara ulaşabilelim.

SORULAR-CEVAPLAR

Gülen Cemaati ile Nurculuk arasındaki fark

Temel fark bence şu: Şerif Mardin de bunu söylüyor, Said Nursî şahsa değil, kitaba dayalı bir hareket ortaya koymuş. Kendisi bi eserleri yazan bir insan olmasına ve, hareketin kurucusu olmasına rağmen, hiçbir zaman kendi şahsını öne çıkarmamış. Şahsına izafe edilen birtakım manevî makamları bile reddetmiş. Ve nisbeten rahatladığı, baskıların hafiflediği 50’li yıllarda demiş ki: “Beni ziyarete gelmek yerine eserlerimi okuyun. Eserlerimi okursanız benimle görüşmekten elde edeceğiniz faydadan çok daha fazlasını istifade edersiniz.” demiş. Yani Nurculuk hareketi şahsa dayalı ve bağlı, kendisini şahısla tanımlayan bir hareket değildir. Kitap ve şahs-ı manevî asıldır, meşveret asıldır. Gülen cemaatinden en önemli farkı burada.

Diyanet’in konumu

Diyanet, kuruluşunda, devletin tanımladığı bir din anlayışını topluma dikte etmek üzerine oluşturulan bir kurum. Bu din anlayışı resmî ideoloji ile tanımlanan bir din anlayışı. Dolayısıyla asırlardan beri gelen orijinal din anlayışından farklı bir anlayışı bu. Dinin kendine göre birtakım kuralları var. İçeriği ve mantığı var. Siz bunu birtakım dünyevî ve resmî şablonlarla belli bir çerçeveye hapsetmeye kalkarsanız o din din olmaktan çıkar. Osmanlı’daki Meşihat makamı daha özgür, daha bağımsız bir konumda. Ama Türkiye Diyanet’le beraber dini rejimin ve resmî ideolojinin belirlediği çerçeveye hapsetmeye çalışmış. Şapka inkılâbı yapılmış, ilk şapkayı giyenlerden biri dönemin Diyanet İşleri Başkanı olmuş. Diyanet’e Nutuk sattırılmış. Millî piyango için fetvalar verdirilmiş. Buna benzer pekçok örnek var. İhtilâl dönemlerinde ihtilâl yönetimlerinin hedeflerine hizmet edecek birtakım kararlar aldırılmış ve yayınlar yaptırılmış. İlk dönemde Said Nursî’ye soruyorlar: “Sen ne selahiyetle dinî neşriyat yapıyorsun? Bizim din hizmeti verecek resmî bir kurumumuz var. O varken sen bunu yapamazsın.” O da diyor ki: “Din dünya muamelatı suretinde resmî bir şablona hapsedilemez. Resmî kalıplara sıkıştırılamaz.” Din özgür olmalı ve hiçbir şekilde bir devlet kurumunun sınırlamaları içerisine hapsedilmemeli. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlete, başbakanlığa bağlı bir kurum olmaktan çıkarılması ve Müslüman cemaatlerin kendilerini buldukları, temsil edildikleri bir yapıya kavuşturulması, özgür, özerk ve sivil olması lâzım.

Hükümet-cemaat çatışması ve derin yapı

Şu anda cereyan eden tartışmada, görünüşte iktidar partisi ile bir cemaat çatışıyor gibi görünüyor, ama bunun arka planında başka birşey var gibi bir izlenime sahibim. Başka bir derin yapı var ve bu yapı iktidarla cemaati çatıştırarak aradan sıyrılmak, böylece kendi hedeflerine ulaşmak gibi bir strateji takip ediyor. Bunda cemaat mensuplarının devlet içerisinde, emniyette yargıda vs. kadrolaşmasının da etkisi var. Çok büyüyen hareketlerde kontrol dışı gelişmeler olabilir. Cemaatle ilgisi olmadığı halde cemaate sızan, kendisini cemaattenmiş gibi gösteren ve yaptıklarının cemaate mal edilmesine yol açan insanlar da olabilir. Ki son tartışmalarda buna dair işaretler görüyorum. Aynı şey iktidar için de geçerlidir. Bunlar kendilerini çok fazla afişe etmeden, ama fırsatları değerlendirerek, bu çatışmayı alevlendirerek kendi istedikleri hedefe doğru götürmenin gayreti içindeler.
Hükümeti seçmek yetmiyor,

Denetlemek ve yanlışlarını eleştirmek gerekir

Seçimle gelen bir hükümet yanlış yaparsa ona da “eyvallah” diyecek miyiz? Ki özellikle son dönemde bu yanlışlar arttı. HSYK için 2010’da 12 Eylül Referandumunda “Büyük bir reform, üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” söylemleriyle savunulan, o şekilde halkın önüne konulan paketteki en önemli düzenlemelerden biri 3,5 yıl sonra iptal ediliyor. Halka onaylattığınız bir düzenlemeyi Meclis kararıyla iptal ediyorsunuz. Ve tekrar eskiye dönüyorsunuz. Buna benzer konjonktürel yaklaşımlarla hukukî metinlerde düzenlemeler yapmak doğru değil. Bunların eleştirilmesi lâzım. Eğer seçilmiş de olsa bir iktidar hukuku ve demokrasiyi zorlayan, hatta kendi söylemleriyle çelişen birtakım icraatlar yapıyorsa bunların da eleştirilmesi lâzım. Evet, seçimle gelen bir hükümet seçimle gitmeli, bu değişmez bir kuraldır. Ama seçmekle iş bitmiyor. Seçtikten sonra, seçtiğimiz insanların doğru mu yanlış mı yaptıklarını denetlemek ve yanlış yaptıklarında eleştirmek seçmenler olarak bizim görevimizdir.

Said Nursî’nin siyasetle ilişkisi

Said Nursî’nin siyasetle ilişkisi mesafeli bir ilişkidir. Hiçbir zaman aktif siyasî aktör gibi davranmamıştır. Şeyh Edebali’nin konumuna benzer bir konumdadır. Sadece tavsiyelerde bulunmuştur. “Din hürriyetini sağlayın, dindarlar üzerindeki baskıları kaldırın, milleti rahatlatın, Ayasofya’yı tekrar camiye çevirin, toplumla ancak bu şekilde kucaklaşabilirsiniz” diye… Said Nursî’nin Demokrat Partiye yaklaşımı böyledir. Mektuplar yazmış, tavsiyelerde ve ikazlarda bulunmuştur. “Sana oy veririz, ama karşılığında şu kadar milletvekili, partinin idare kurulunda kontenjan isteriz, ihalelerden şu kadar para isteriz” gibi pazarlıklara hiçbir zaman girmemiştir. Hep mesafeli olmuş, hiçbir şey istememiştir.

Ezanın dili evrenseldir, aslî haliyle okunmalıdır

1932’de ezanın zorla Türkçeye çevrilmesi ve yıllarca minarelerde o şekilde okutulması halkı çok rahatsız etmiş, 1950’de seçimi kazanarak tek parti diktasına son veren DP ve Menderes hükümetinin ilk icraatlarından biri olarak ezanı özgürlüğüne kavuşturması ise ülkede bir bayram havası estirmiştir. Ezanın evrensel bir dili vardır. Dünyanın her tarafında aslî şekliyle okunur. Ve onun manasını, Arapça bilse de bilmese de, herkes bilir. Bunu bozmamak lâzım. Türkçe ezan ne kadar yanlışsa, eğer varsa Kürtçe ezan da, başka dilde okunan bir ezan da o kadar yanlıştır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*